“…Sırtında Bonjur biçimi tirşe kumaştan ceketi, ayaklarında piyangolu rugan iskarpinleri ve başında kenarlarından kumral saçlarının perçemleri fışkıran hafifçe yana eğik koyu renk, yumuşak fesiyle iki dirhem bir çekirdek” bu adam bir edipten başkası değildi.
Bakışlarında erken yetim kalmanın bıraktığı bir mânâ-yı elemle daha cazip görünen bir çift göz, heyecanlarını yüksek, ince ve güzel olan her şeyden alan bir ruhun hassasiyetine tercümanlık eden ince dudaklar, zarif bir itina ile uzatılmış ve arkaya taranmış koyu, gür saçlar, etli ve canlı bir vücut ve nihayet kalemine bu derece hâkim olabileceğinden şüphe ettiren tombul ve ufacık eller…”
Bütün bu yazılanları ağır ağır okuyanların zihninde beliren bir suret, bir imaj mutlaka olmuştur; ama ismen değilse bile şeklen zihnimizde peyda olan resmin sahibi kim? Daha fazla meraklandırmayalım: Cenap Şahabeddin…
Evet, babası bir subay olan Cenap Şahabeddin’in portresi işte böyle zarif ve böyle inceydi. “Büyük hacimde eserler, bap bap romanlar, fasıl fasıl tiyatrolar yazmayan”; ama elde ettiği şöhreti makale, mektup ve küçük çapta eserlerine borçlu olan Cenap için vakti gelip de aralarından ayrıldığı ırkdaşları, “edebî nesrin son büyük üstadı” yakıştırmasını yapacaklardı. Şiirlerinden çok nesriyle hatırlanan ve âcizane kanaatimizce buna daha layık olan Cenap, 1871 yılının bir ilkbahar günü birkaç on yıl sonra kaybedeceğimiz Manastır’da doğmuştu. Asker olduğunu haber verdiğimiz babası Osman Şahabeddin Bey 1877-78 Rus Harbi ya da daha meşhur tabiriyle 93 Harbi’nde Ruslara karşı verilen mücadelede şehit düşmüştü. O yaşta yetim kalan Cenap ailesiyle İstanbul’a gitti. Bir süre Tophane’de Feyziye Mektebi’ne devam etti ve ardından Gülhane Askerî Rüştiyesi’nden 1880’de mezun oldu.
Yazının devamını Yedikıta Dergisi Temmuz (59. Sayı 2013) sayısından okuyabilirsiniz.