Osmanlı İstanbul’unun dünü, bugünü ve yarını üzerine doyurucu bir sohbete hazır mısınız?.. Şehir kültürüyle alakalı yüzlerce çalışması bulunan Arkeolog Nezih Başgelen, İstanbul’un şehirleşme anlamındaki vahim durumunu özetlemekle kalmayıp, bu hâli düzeltmeye yönelik tavsiyelerde de bulunuyor…
Nezih Bey, şehir kültürü üzerine birçok çalışma yapmış bir araştırmacı olarak, Osmanlı İstanbul’u sizin için ne ifade ediyor?
İstanbul, egzotik Doğu’nun, Şark’ın görülmesi istenen en önemli başkentlerinden biridir ve gerçekten de ona uygun bir niteliktedir. Bakıldığında Fatih Sultan Mehmed’den itibaren, Osmanlı saltanatı boyunca İstanbul, değerlerini büyük ölçüde korumuş bir şehir. Gelenler bakmaya, yazmaya, resmetmeye doyamıyor. Bakın; 19. yüzyılda İstanbul, dünyada hakkında Londra ve Paris ile beraber en fazla eser verilmiş üç başkentten biri…
En önemli seyahatnameler, İstanbul için yazılıyor. Ressamlar bu gizemli şehrin neresini çizse, herhangi bir sokak bile olsa, “Burası İstanbul diyorsun.” Çünkü şehrin bir karakteri var; herhangi bir İstanbul gravürüne bak, Kahire’yle karışmaz, Şam’a veya bir başka Osmanlı şehrine benzemez. O İstanbul’daki tipler, simge yapılar, İstanbul’a bir karakter vermiş; kayıkçısı, arzuhalcisi, simitçisi, sokağındaki köpeği, Boğaziçi ve Haliç’te o inci gibi sıralanan yalıları, şehri çevreleyen surları…
İstanbul, iki kıtanın içinde birçok şeyi kendinde toplamıştır. Gelenler, inanılmaz sahneler anlatıyorlar ve pek çoğu da olumlu. Esnafı, hayvan sevgisi, şadırvanlar, kuşlar için yüksekte, diğer hayvanlar için daha alçakta su içme yerleri, kuşlar için her yerde -camide, çeşmede, handa- evler… Melling’in bir gravürü var. Theophile Gautier, Tophane’yi anlatıyor: “Her şeyiyle ne kadar canlı…” diyor. Öyle bir medeniyet ki, gerçekten her tarafına sinmiş ve ortak bir karakter var. Şu an o karakteri maalesef bulamıyoruz. Ama o zamanlara bir bak, gravürlere bakarak yıl bile tayin edilebilir! Bakarsın gravüre, “Bu 1790’lar, 1830’lar…” dersin. Peyzajın değerleri görülüyor, oradaki tipler, yandan çarklı vapurlar, esnafın elindekiler, fesler… O tablolarda bir tek şeyin yerini değiştiremezsin, çünkü bir ahenk var. İstanbul’da kaybettiğimiz en önemli şeylerden biri, bu ahenk. Eski İstanbul’da ahşap bir fakir kulübesiyle bir konak aynı yerde, yan yana, ne birbirini gönderiyor ne de karakter olarak birbiriyle uyumsuz halde.
Tezatlığın uyumu diyebilir miyiz bu hâle…
Gayet tabii… Bayılıyorum, benim en büyük merakımdır eski görünümler ve onların analizi. Karakteri olan sadece İstanbul değil; Bursa, Edirne, Kütahya, Kastamonu, Tokat, Erzurum, Urfa… Baktığın zaman neresi olduğunu ve dönemi anlarsın, eş zamanlı olarak tabii. 1890’daki fotoğrafları toplayalım mesela, bir karakter olduğunu görürüz. Evler birbirini gölgelemiyor, yerleşme karakteri var; doğaya, hayvana, birbirine saygı görülüyor. En ortada kamusal bir kurum cami, onun etrafında ise yerleşim gelişmiş; yerleşim ve nüfus büyüdüğü zaman hemen başka bir mahalle oluşmuş. O dönemin gelişmelerini ticaret hususunda hanların yapılışlarıyla, diğer alanlarda camilerin yapılışlarıyla takip edilebilir.
Röportajın tamamını Yedikıta Dergisi 134. sayısından (Ekim 2019) okuyabilirsiniz.