Osmanlı Devleti’nin asırlarca ayakta kalması, yine mirasının günümüze de hükmediyor olması elbette tesadüf değildir. Geçmişin tecrübeleri üzerine kurduğu muazzam medeniyetin satır araları, topluluklara ve devletlere asırlarca hükmetmenin sırları zaman geçtikçe daha iyi anlaşılıyor…
Tarih, hâdiselerin sebep-netice münâsebeti ile ortaya konulduğu bir ilimdir. Eğer bu iki esas göz önünde bulundurulmazsa yapılan araştırmalar âfâkî ve eksik olur. Meselenin özünü kavramak ise çok daha farklı bir husustur. Osmanlı Devleti’nin tarihini araştıran tarihçilerin ekserisi, bu devletin hayatını çok kesin devirlere ayırırlar ve yüzyıllarca devam eden hâdiseler zincirini birkaç kelime ile ifâde etmeye çalışırlar. Muhakkak ki bu tarifler eksiktir ve hatta meselenin özünden çok uzaktır. Çünkü hiçbir devletin yıkılışı üç yüz sene devam etmez. Esasında yıkılış olan bu devirde çeşitli sahalarda yükseliş yaşanmıştır. Yükselişin sınırları da kesinlikle tayin edilemez. Neye göre yükseliş, toprak kazanmaya göre mi, ilim ve fende ilerlemeye göre mi, ticâret ve sanayi hayatındaki ilerlemesinde mi, eğitimde mi? Hangi sahada? Bunu tayin etmek mümkün değildir. Eğer sınırların genişliği ile denirse, yükseliş devrinde toprak kazanma da vardır, kayıp da vardır. Hatta yıkılış devrinde de toprak kazanma ve kayıp da vardır. Yıkılış devri denilen devirde, muazzam bir eğitim faaliyeti yaşanmıştır. Mesela donanmanın eriştiği seviye diğer bazı devirlerden daha ileridir. Peki neye göre yıkılış, neye göre yükseliş?
Yazının devamını Yedikıta Dergisi Temmuz (47. Sayı 2012) sayısından okuyabilirsiniz.