Tarihin en kudretli hükümdarlarından biri olan Sultan Süleyman Han’ın uzun ve zaferlerle dolu saltanatı, kudretinin gölgesinde kalan hüzünlerle yoğrulmuştu. Cihan padişahı, evlat acısı yaşamış bir babaydı. Mehmed, Mustafa, Cihangir, Bayezid gibi en güzide şehzadelerinin mukadder akıbetlerine şahit olmuş ve her birinin acısını bağrına basmıştı. Sultanın şehzadeleri arasında Cihangir, ihtişamlı saraylarda büyüse de narin ruhu ve hastalıklı hâli ile babasının kalbinde ayrı bir yere sahipti…
Şehzade Cihangir, Halep ordugâhında babası Sultan Süleyman Han’ın otağ-ı hümâyûnuna yakın kurulmuş muhteşem çadırında hasta yatmakta idi. Ne ordugâhın coşkun askerî havasının, ne çadırının göz alıcı zarif nakışlarının, ne de başucunda her an bekleyen hekimbaşının farkındaydı. Babası Sultan Süleyman’ın otağındaki o kederli, endişeli bekleyişten de haberdar değildi.
Tahtın Uzağında Bir Şehzade
Cihan padişahı Sultan Süleyman Han’ın, Haseki Hürrem Sultan’dan doğan şehzadesi olarak dünyaya gözlerini açmıştı. Nazik bedenli, narin bünyeli ve hafif kambur olarak hayata başlamıştı. Hassas ruhlu, şair mizaçlıydı. Oysa bu dünya bir aslanlar yatağı; aman vermeyen bir mücadele meydanıydı. Güçlü olanın, talihi yaver gidenin kazandığı, yenilenlerin ise “nizam-ı âlem” uğruna silinip gittiği bir âlem. Bu, kaçınılmaz sondu.
Bu aslanlar yatağının bir ferdi olarak, hayatının her anını kuşatan ve her hareketin kurala bağlandığı teşrifatın içinde yaşadı. Ama ne var ki ağabeyleri gibi şehzade sancağına gönderilmemişti. Babasıyla seferlere katılır, onunla ava çıkardı. İhtişamlı bir çerçevenin içinde, renkleri her gün biraz daha solan bir resim gibiydi. Takati tükeniyor, hassas ruhu, içinde bulunduğu bu buhranla, ıstıraplara gark oluyordu. Böylesi bir hayatta, kendisine bitmeyen muhabbet beslediği biri vardı: Mahidevran Sultan’dan olan ağabeyi, Şehzade Mustafa.
Amasya Sancak Beyi Şehzade Mustafa; ordu nezdinde çok sevilen, kırk yaşında, cevval, kılıç kullanmada mahir, şair, mütevazı, cömert ve bilhassa istikbalin padişahı gözüyle bakılan bir şehzadeydi. Şehzade Cihangir, ağabeyini çok severdi. Babası kendisini hiç yanından ayırmayıp yakından ilgilenmesine rağmen, asıl yakınlığı ağabeyinden görüyor; onun varlığı, kendisine farklı bir güç veriyordu.
Kardeş Sevgisi
Ağabeyine karşı yüreğinde taşıdığı bu sevginin bir sebebi, belki de Mustafa tahta çıktığında, diğer kardeşleri bekleyen mukadder akıbetin, kendisine dokunmayacağı ümidiydi. Taht için herhangi bir beklentisi olmamasına rağmen damarlarında dolaşan kan, kendisini de bu kaçınılmaz sondan azade kılmıyordu.
Hürrem Sultan, tahta kendi oğullarından birinin çıkmasını istiyor, bu uğurda Sadrazam Rüstem Paşa ile birlikte gayret gösteriyordu. Şehzade Cihangir’in kalbinde ise bu mücadelede ağabeyinin zarar görebileceğine dair bir endişe vardı.
Bu atmosfer içinde padişah, İran üzerine sefer-i hümâyûn ilân etti. Kanuni Sultan Süleyman Han, yanına Şehzade Cihangir’i de alarak, ordunun önünde yola revan oldu. Şehzade, daha evvel babasıyla seferlere çıkmıştı, büyük askerî hareketliliğe alışıktı. Ancak gittikçe zayıflayan bünyesi için artık sefer, yorucu olmaya başlamıştı. Üstelik içinde bir kara bulut gibi büyüyen ıstırap, bitap düşmüş vücudundaki son kıvılcımları da söndürüyordu.
Safevîler üzerine sefere çıkan ordu, Konya Ereğlisi civarında, Aktepe mevkiinde konakladı. Burada, Şehzade Mustafa maiyetiyle birlikte gelip padişahı karşılayacaktı. Yeniçeriler, geleceğin padişahı olarak gördükleri Şehzade Mustafa’yı heyecanla bekliyordu. Ancak bu geliş, şehzade için hiç de beklendiği gibi olmayacaktı. Nitekim yola çıkmadan önce gitmemesini, kendisi için iyi haberler almadıklarını söyleyenler de olmuştu. Fakat o, kaderin hükmüne razıyım diyerek yola çıkmıştı.
Yazının tamamını Yedikıta Dergisi 206. sayısından (Ekim 2025) okuyabilirsiniz.