Osmanlı Tarihi

Osmanlı’nın Vebayla İmtihanı

İnsanlığın korkulu rüyası vebanın, dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi Osmanlı topraklarındaki en önemli neticesi, büyük çaplı insan kayıplarına yol açmış olmasıdır. Veba ölümleriyle bağlantılı olarak ziraî, iktisadî, askerî ve ticarî olumsuzluklar da meydana gelmiş, bu da Osmanlı için oldukça sarsıcı neticeler doğurmuştur…

Batı’da daha çok “kara ölüm” olarak bilinen, Osmanlı’da ise “taun” ismi verilen vebanın bir salgın hâlini alması şöyledir: Herhangi bir salgın sırasında kemirgen türlerinden vebaya yakalananlardan bazısı açık havada veya yuvasında ölür. Bu yuvalar, içindeki kemirgenlerin hepsi öldüğünde kaybolur; ancak mikroba dayanıklı türlerin barındığı sayısız yuva, bazıları ölse bile faaldir. Fare ve pire ölüleri, yuvada ve toprak üzerinde tamamen sıvılaşırken toprağın altında kalan mikroplar, aylar, yıllar boyunca canlılıklarını korurlar. Yüzeyde veba kaybolmuşsa da bu toprak altında kalan hâlâ canlı mikropların yaşadığı vebalı eski fare yuvaları, yeniden kullanılmaya başlandığında, mikrop yeni ev sahiplerine bulaşır. Ardından hastalıklı fareler, yakın çevrelerinde veya leşle beslenen hayvanların kurbanı olarak açık havada, mikrobu taşıyan pirelerini bırakarak ölürler. Yeni bir veba salgını da böylece başlar. Dünyayı sarsan vebanın, Osmanlı macerası ise çok da masum değil!

Adım Adım Salgın

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan on yedinci asrın sonuna kadar geçen yaklaşık 400 yıllık zaman içerisinde, devletin topraklarındaki vebaya dair bugün için ulaşılabilen kayıtlar oldukça sınırlıdır. Bu mevzuda ancak birkaç münferit salgın ve ilgili hadise hakkında malumata sahibiz.

1402 Ankara Savaşı’nın sonuçlarından biri de Anadolu’da bir veba salgınına neden oluşudur. Salgın, Emir Timur’un ordugâhından başlamış, Ege’ye kadar ilerleyen Timurlularla birlikte Anadolu’ya yayılmıştı. Bu salgının ne zaman bittiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır.

1420’de İstanbul’da, 1431’de Mora ve Patras’ta, 1440’da yine Mora’da veba vardı. 1434’te Edirne ile çevresinde büyük bir salgının meydana geldiği ve bütün Rumeli topraklarının harabeye döndüğü de tespit edilebilmektedir. Dolayısıyla, zikredilen yıllarda henüz Osmanlıların hâkimiyetinde olmayan bu bölgelerin hemen çevresinde bulunan Osmanlı yerleşimlerinin, ne denli kolay yayılan bir illet olduğu iyi bilinen vebadan ârî kalmadığı da uzak bir ihtimal değildir.

Kayıtlara geçmiş diğer bir teferruat da Fatih Sultan Mehmed Han ile ilgilidir. Muhtemelen 1467-1468’de, yine Rumeli’de tesirli olan vebadan çekinen Fatih Sultan Mehmed, Arnavutluk seferinden dönüşte, ancak kış gelip salgın hafiflemeye başlayınca payitahta dönebilmişti.

17. asırda yine İstanbul’da 1615, 1617, 1620, 1637 (Büyük Taun), 1650 ve 1655 (Şiddetli Taun) salgınları yaşanmıştır. On sekizinci asırda da büyük ölüm rakamlarına ulaşan salgınlar görülmeye devam etmiştir. Mesela 1778 yılında, bir ara günde 1000-1200, toplamda takriben 100 bin insanın ölümüne yol açan veba, başşehirde ticaretin tamamen durmasına sebep olmuş, Osmanlı payitahtını âdeta ölü bir şehir hâline getirmişti.

Tersâne-i Âmire’de üretilen ve bulaşıcı mikropları buharlama tekniği ile elbiselerden temizlemeye yarayan etüv makinesi

Salgınların İşgalindeki Payitaht

Söz konusu bir buçuk asırlık sürede, İstanbul’da tam 94 yıl veba salgını müşahede edilmiştir. İstanbul’da bu kadar sıklıkla veba görülmesi, onu sayı bakımından Osmanlı toprakları üzerinde en çok veba salgını yaşanan yer yapmıştır. Osmanlı payitahtındaki vebanın çoğu vakit kendiliğinden ortaya çıkıp, sonra buradan başka yerlere bulaşması ve enfeksiyonun sık fakat sürekli olmayan varlığı, İstanbul’un geçici bir veba odağı olduğunu gösteren işaretlerdir. Başşehirdeki salgınlarda, ilk vakaların daima şehrin Avrupa yakasında belirmesi, hastalığın Anadolu’dan karayolu ile gelmesi ihtimalini zayıflatmaktadır. Ayrıca, hemen batıdaki Rumeli topraklarında, buradaki kadar veba görülmemesi ve hastalığın çoğu zaman oralara İstanbul’dan sirayet etmesi de bu görüşü destekler.

1801, 1803, 1811, 1812, 1815, 1822 ve 1836-1837 yılları, 19. asırda İstanbul’da vebanın tekrar tesirli salgınlar hâlinde ortaya çıktığı yıllardır. Veba, İstanbul’da 1801 salgınında olduğu gibi, ekseriyetle Galata bölgesinde başlamakta ve buradan şehre yayılmaktadır. Nitekim o yıl da önceleri Mısır’da tesirli olan hastalık, buradan İzmir’e sıçramış ve daha sonra bir ticaret gemisiyle Galata rıhtımına ulaşıp buradan da bütün şehre sirayet etmiştir. Hastalık genellikle liman mahallelerinde kendisini göstermiş; han, kışla, bekâr odası gibi sağlığa uygun olmayan, farenin bolca bulunduğu mekânlarda, izdihamlı bir hâlde yaşayan insanlar arasında tesirli olmuştur.

İstanbul’da 1810’da başlayıp aralıklarla devam eden veba, 1811 ve 1812’de iyice kendini hissettirmiştir. Öyle ki; 1812 senesinin Eylül-Ekim aylarında en şiddetli hâlini alıp yalnızca Suriçi’nde ortalama 1500-2000, bazı günler 3000 kadar insanın ölümüne sebep olarak, yine büyük çaplı bir yıkıma yol açmıştır. Kasım ayından itibaren soğukların başlamasıyla bu rakam 500’lere gerilemiş, sonraki yılın başında da salgın sönmüştür. Şehirdeki artan ölümler sebebiyle cenaze hizmetlerini yapacak yeterli sayıda vazifeli bulunamaması ve benzer sıkıntılar, her büyük salgında olduğu gibi bu sırada da yaşanmıştır.

Haseki Nisa Hastanesi bulaşıcı hastalıklar koğuşu (1880)

Bu salgında, başşehrin vergi mükelleflerinin sayısında azalmalar meydana gelince şehrin gelirlerinde ciddi bir düşüş yaşanmıştır. Bu duruma, gayrimüslimlerden salgın sırasında ölümler olması dışında, bir de bunların vebadan kaçarak çevre kasaba ve şehirlere yerleşmeleri tesirli olmuştur. Ölü sayısının 20-30 bin arasında tahmin edildiği 1837 salgını ise, Osmanlı payitahtında yaşanan son büyük veba felaketi olarak tarihe geçmiştir. 

Kaynaklar: Andrew Nikiforuk, Mahşerin Dördüncü Atlısı-Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi, Çev. Selahattin Erkanlı, İstanbul 2001; Bedi N. Şehsuvaroğlu, İstanbul’da 500 Yıllık Sağlık Hayatımız, İstanbul 1953; Besim Ömer, “Veba-Taun”, Servet-i Fünun, XIX, S. 482 (25 Mayıs 1316), s. 219; Daniel Panzac, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba (1700-1850), Çev. Serap Yılmaz, İstanbul 1997; Mevlânâ Mehmed Neşrî, Cihânnümâ, Haz. Necdet Öztürk, İstanbul 2008; Şâni-zâde Mehmed Atâullah, Şâni-zâde Tarihi, I, Haz. Ziya Yılmazer, İstanbul 2008.

Not: Bu yazı, (Mesut Ayar-Tarık Özçelik, “XIX. Asır Ortalarına Kadar Osmanlı’da Veba Salgınlarının Tarihçesi”, Osmanlı’da Salgın Hastalıklarla Mücadele, İstanbul 2015)’ten özetlenmiştir.

MAYIS SAYIMIZIN TAMAMINI BURADAN OKUYABİLİRSİNİZ

Veba, Osmanlı’yı Nasıl Etkiledi?

Vebanın, Osmanlı memleketlerindeki uzun seyri esnasında devletin karşılaştığı menfi durumlardan biri de devletin çeşitli isimlerle halktan topladığı vergilerle ilgilidir. Bir kasaba veya köyde meydana gelen bir veba salgını, çoğu zaman ardında harap bir yerleşim merkezi bırakmış, halkın bazen bir kısmı bazen de neredeyse tamamı hayatını yitirmiş, hayatta kalmayı başaranlar da çoğu zaman bulaşıcı bölgeden kaçarak evini ve toprağını terk etmiş, böylece hem üretim azalmış hem de devlet, vergi mükelleflerinin bir kısmını kaybetmiştir.

Osmanlı Devleti’nde veba sebebiyle, salgınların yaşandığı yerlerden asker alınmasıyla ilgili de sıkıntı yaşanmıştır. Bununla birlikte sınırlardaki kalelere ulaşan salgın, bazen bu mevkilere gidilmesini engellerken, bazen de bir kazadan herhangi bir kaleye gönderilmesi gereken askerler, kendi yaşadıkları yerdeki salgından dolayı vazifesine başlayamamıştır.

Yine veba kaynaklı insan kayıpları sebebiyle şehirler, beklenen sayıda asker çıkaramamıştır. Mesela 1786-1792 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Anadolu’da meydana gelen birkaç veba salgını nedeniyle Osmanlılar, bu bölgeden yeterince asker çıkaramayınca bu durum, Osmanlı’nın savaş gücünü düşürmüş ve alınan mağlubiyetin sebeplerinden birini teşkil etmiştir.

Salgınlar esnasında ticarî faaliyetlerin azalması ve hatta bazen tamamen kesilmesi durumu, genellikle karantinaların varlığıyla birlikte düşünülmekteyse de Osmanlı Devleti’nde henüz bu tarz muamelelerin uygulanmadığı devirde de veba, ticarî hayatı önemli derecede sekteye uğratmıştır. Yaşanan işgücü kaybıyla birlikte üretimin azalması ve dolayısıyla ticareti yapılan maddelerin miktarının azalıp fiyatının artması, önemli dertler doğurmuştur. Bunun dışında, bir malın ithal ya da ihraç edileceği bir yerde veba olması, tüccarları buralara yaklaşmaktan alıkoyarak ticaretin durmasındaki başlıca amillerden biri olmuştur.

1762’de veba korkusuyla Avusturya’nın Belgrad ve Niş gümrükleriyle iskele ve geçitlerini kapatması neticesinde, bölgede faaliyet gösteren Rum tüccarların başka gümrüklere kaydığı hakkındaki Belgrad kadısının arzından da anlaşılacağı gibi, tabiri caizse veba olan yere ticaret giremiyordu.

1795’te Eflak’ta bir Bulgar’ın, “Veba salgını şehri vurdu. Bütün ekonomik faaliyetler durma noktasına geldi.” şeklinde belirttiği veya 1812 yılında İstanbul Emtia Gümrüğü Emini Osman Ağa’nın, şehrin kara ve deniz ticaretinin aylardır kesildiğini belirttiği takririndeki durumun varlığını, İstanbul, İzmir ve Selanik gibi ticarî hayatı gelişmiş şehirler başta olmak üzere, sık sık veba istilalarına maruz kalan irili ufaklı bütün Osmanlı yerleşimleri için kabul etmek yanlış olmayacaktır.

Önceki MakaleSonraki Makale

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir