Bir başkaydı o gün Söğüt… Zerrelerine kadar hissetti o cansuyunu, Devlet-i Aliyye’nin ulu çınarının filizlendiği topraklar. Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan ârifler ve yiğitlerin yolu, Söğüt’te kesişti. Gölgesi cihanı tutacak çadırlar kuruldu, kazanlar kaynadı. Ahiler sofrasından içilen bir tas çorba, asırlardır bedenlere şifa, gönüllere deva idi. Karayağız atlara binmiş, bozkurt misali, şahin bakışlı, kartal pençeli alpler, gaziler; İslâm sancağını Söğüt’e dikti. Kuruluşun şehri, kurtuluşun müjdecisi oldu. Buyrun biz de davete icabet edelim…
İstikametimiz, Osmanlı’nın ana kucağı Söğüt. Bir cumartesi sabahı başlayan yolculuğumuz, Bilecik levhasını takip edip Sakarya’da otobandan ayrılmamızla daha güzel bir hâl aldı. Sakarya Nehri kenarındaki Osmaneli’nde, İçmeler mevkiinde verdiğimiz çay molasında Emevîleri konuşurken bulduk kendimizi. İstanbul’u fethe giden Emevîler ile İçmeler beldesi arasındaki irtibat da başka bir yazının konusu olur diyerek aldık son yudumlarımızı.
Vezirhan’dayız. Köprülü Mehmed Paşa’nın camiine ve hanına izafeten belde, bu ismi almış. Ertuğrul Gazi tüneline girince artık kendimize bir çekidüzen verip toparlanıyoruz. Zira, gidilen bir şehirde önce maneviyat büyükleri, Allah dostları ziyaret edilir düsturunca, evvelâ Şeyh Edebâli’nin huzuruna varacağız.
Vaktiyle kendisine Atabali de denmiş yahut kısaca Ede Şeyh. Hep Osman Gazi ile andığımız için herhalde, doğum yerinin Karaman olduğunu pek hatırlamayız. Belki de o, İkinci Kılıç Arslan’ın Türkistan’dan Karaman ve Aksaray civarına göç ettirdiği âlim, âbid ve salih kimselerin torunlarındandır, kim bilir…
Ede Şeyh, ilk tahsilini Karaman’da yapmış. Sonra, devrin âdeti üzre büyük ilim merkezlerinden Dımaşk’ta (Şam) devam etmiş ilim yolculuğu. Başta fıkıh olmak üzere dinî ilimlerin tahsilini bitirip memleketine dönmüş. Lâkin anlaşılıyor ki Şam’da manevî ilimlerle de meşgul olmuş; ondaki lezzeti başka hiçbir şeyde bulamamış olmalı ki döndükten sonra tasavvuf yolunu tercih etmiş. Hatta Karaman’da dahi kalmayıp uç bölgesi olan Bilecik’e gitmiş ve burada zaviyesini kurmuş. Uç bölgesinde kurulan bir zaviyenin ana gayesinin İslâmiyet’i, ondaki güzel ahlâkı, adaleti ve diğer güzellikleri uçtaki gayrimüslimlere anlatmak, daha doğrusu bizzat yaşayarak göstermek olduğu aşikâr.
Ede Şeyh Bizi Bekler
Türbeye giden yolun meyli aşağıya doğru. Sanki vadiye iniyormuşuz hissi uyandırıyor. İnişin kavuştuğu meydancıkta aracımızı park ediyoruz. Buradaki araç ve insan sayısının çokluğu, Şeyh Edebali’ye olan ilgiyi göstermekte.
Gayriihtiyarî, ağaçların arasında arz-ı endam eden tarihî minarelere yöneldik. Yaklaşınca fark ettik ki soldaki minare, 5 metre kadar yükseklikteki kayaların üzerine tek başına inşa edilmiş. Böylesini ilk defa görmüş olduk. Bu minarenin camisi ise karşımıza gelen bina imiş. Üstelik Orhan Gazi’nin ismini taşıyan bu caminin de ayrıca iki minaresi mevcut. Kafanız biraz karıştı evet, şöyle özetleyelim: Burada Orhan Gazi tarafından bir mescid bina edilmiş. Minare ise muhtemelen sesi daha uzaklara duyurabilmek maksadıyla mescid binasından daha yüksek bir mahalle, taşların üzerine inşa edilmiş. Nice zaman sonra, hanedanın son kudretli sultanı İkinci Abdülhamid Han buradaki binayı (ve tabii ki türbeyi) yeniletmiş ve bir de çifte minare ekletmiş. Çift minare uygulamasının sadece hanedana has olduğunu da yeniden hatırlatalım.
Şeyh Edebâli’nin türbesine ulaşmak için, her biri 70-80 cm derinliğe sahip 20 kadar basamağı çıkmanız gerekiyor. Türbenin haziresinde o günden bugüne her devre ait mezar taşı mevcut. Türbe ile mescid olarak kullanılan iki oda, aynı çatının altında yer alıyor. Şeyh, türbesinde yalnız değil. Ondan gayrı 9 sanduka daha var içeride. Usulünce ziyaretimizi yapıp Fatihamızı okuduktan sonra ayrılırken duvara ilişiyor gözümüz. Kâbe-i Muazzama ve Hücre-i Saadet örtülerinden birer parça, çerçeveletilip asılmış.
Uç bölgesinin namlı gazisi Ertuğrul’un oğlu Osman Bey, her fırsatta Ede Şeyh’in zaviyesine gelir, pek çok konuda ona danışırmış. Osman Gazi, kendine beyliği ve altı asırlık saltanatı muştulayan o meşhur rüyayı, işte burada görmüş. Düşünde şeyhinin bağrından doğup kendi bağrına giren Ay, Edebâli’nin kızı Malhun Hatun olmuş. Gölgesi cihanı kaplayan ulu çınar ise Devlet-i Aliyye.
Şeyh Edebâli, Osmanlı’nın ilk kadısı ve müftüsü idi. Pek çok talebe yetiştirmişti. Aynı zamanda ahi teşkilâtının da reisi olarak fakir fukarayı, ehl-i tariki gözetirdi. Hatta sırf bu hizmete sarf etmek için koyun sürülerine de sahipti. Bu yüce gönüllü evliyanın, beyliğin en temel taşlarından olduğunu düşünerek tekrar yola düşüyoruz. Sıradaki hedefimiz, şeyhin diğer damadı, Dursun Fakih.
Kapak yazısının tamamını Yedikıta Dergisi 182. sayısından (Ekim 2023) okuyabilirsiniz.
Yazınız için teşekkürler
Türk dilinin başkenti ve Yunus Emre otağı Karaman dan selamlar