Geçmişe Dokunan Eller, Manşet, Sanat Tarihi

Saatten Saate Fark Var; İnsandan İnsana Fark Olduğu Gibi…

Recep Gürgen Saate Dair Bir Ömür

Yeni bir röportaj dizisiyle karşınızdayız. Geçmişe dokunan eller… Kimi eski bir saati yeniden çalıştırarak tik-taklarına kavuştururken, diğeri birçok kitap ve evrak yığını arasında bir nevi kâğıt arkeologluğu yapmakta. Sizleri bir vesileyle geçmişteki tarihî değere sahip eserleri günümüze aktarmaya çalışan emektarlarla tanıştırmak istiyoruz. İlk misafirimiz, saatçiliğe yarım asrı aşkın hayatını vermiş ve aynı zamanda “saray saatçisi” olan Recep Gürgen Usta oldu. Recep Usta ile saate ve zaman mefhumları üzerine samimi bir sohbet gerçekleştirdik…

Ustam, öncelikle kendinizden bahseder misiniz? Memleketiniz, İstanbul’a gelişiniz, saatçiliğe başlayışınız…

Efendim ben 1947 Priştine doğumluyum. Bugünkü Kosova’nın başşehri. Biz doğduğumuz zaman orası Yugoslavya’ydı. 1957’de oradan İstanbul’a göç ettik. Benim ailem de saatçi idi. Onlardan kalma bu saatçilik mesleği. İstanbul’a geldikten sonra dayım Sirkeci’de dükkân açtı. Doğubank İş Hanı’nda. Ben çıraklığa 1960’ta onun yanında başladım. Tam ihtilal öncesi o hengâmeyi hatırlıyorum. Beyazıt’ta Beyaz Çarşı’nın içinde bir saat parçacısı vardı. O zaman herkes bütün birikimini hemen toplayamazdı. Dayım sökerdi saatin bir parçasını, bakardı, olmayınca “Oğlum koş şu parçayı al gel!” derdi. Ben de Beyazıt’a çıkardım. Gider, o parçayı alır gelirdim. Beyazıt’a çıktığım zaman da gözümün önünde hep o kalabalığı hatırlarım…

27 Mayıs öncesi, ihtilal hazırlıkları, gençlerin üniversitedeki o nümayişleri vesaire… Öyle bir dönemdi. Doğubank İş Hanı’nın sadece alt katında dükkânlar vardı. Şimdiki gibi değildi. O zaman derlerdi ki: “Burası Kapalıçarşı’nın yerini alacak!” Sahaflar, kuyumcular vs. yeni yeni gelmeye başlamıştı. Ama ihtilal sonrası durdu. Bütün katlar bomboştu. Dayımın beni yanına çırak olarak almak istemesi beni çok mutlu etmişti. Her ne kadar dayım da olsa o zamanlar büyük bir insandı benim gözümde. Fakat meslek öğrenmenin ön şartlarıyla dayılık falan kalkıyor ortadan, usta-çırak ilişkisi başlıyor. Her ne olursa olsun, size hem kendinden bir şeyler aktaracak hem de sizi belli bir mesleğin içine yerleştirmesi gerekecek. Dolayısıyla bakılan kıstaslar var. Sanat becerisinin ötesinde onu öğrenebilmeniz için başka şeyler var mı sizde, ona bakılıyor. Dikkatli misin, nasıl bir insansın, dürüst müsün, kavrayışın nasıl… Önce o mesleğe uygun olup olmadığının anlaşılması için bir testten geçersin. Nasıl olur bu? Her an, her dakika sanki okuldasın. Bir şey sorulur, bir şey öğretilir… Bir müşteri gelir, gittikten sonra sorulur: “Oğlum gelen kimdi?” Biz ne konuştuk, o ne söyledi, sen ne cevap verdin? Ben ne konuştum, aradaki olayı nasıl anladın, o nasıl bir insandı, sen onun söyledikleri hakkında ne düşünüyorsun gibi şeylerin akşama kadar içerisinde olursun. O anda belki anlam veremezsiniz. Ya bu kadar sorgu sual niye? Ama hem sizin dikkatinizi ölçüyor, hem de senin bu işi yapıp yapamayacağını anlamaya çalışıyor. Bütün bunlar bittikten sonra ancak sen o mesleği öğrenmeye layık bir insansan, sana mesleği öğretirler.

Yoksa çağırırlar anneni babanı, derler ki: “Çocuk iyi çocuk, ama burada ziyan olmasın. Sizin de gönlünüz kırılmasın, siz bunu alın başka bir işe verin.” İşte biz bunları -çok şükür- aşarak kaldık.

Yazının devamını Yedikıta Dergisi 105. sayısından (Mayıs 2017) okuyabilirsiniz.

TANITIM VİDEOSUNU İZLE

Önceki MakaleSonraki Makale

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir