Osmanlılar Payitahtın İaşesini Nasıl Temin Ediyordu?
Osmanlı devrinde yaklaşık yarım milyon nüfusu barındıran İstanbul’a iaşe temini, her zaman devletin öncelikli meselelerinden olmuştur. Osmanlı, şehir halkını doyurmak için nevi şahsına münhasır büyük bir iaşe temin ağı kurmuştur. Asırlar boyu devam eden bu sistem, payitahtın iaşesini sıkıntısız sağlamıştır…
Diğer devletlerde olduğu gibi Osmanlı da tebaasını doyurmak için büyük çaba sarf etmiştir. Fakat arada ciddi farklar da vardır. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” düsturuyla hareket eden ecdadımız, iktisadî kararlar alırken, “ibâdullâhın terfîh-i ahvâlleri” yani sosyal refahın sağlanması düsturunu hep aklında tuttu.
“İbâdullâh” Allah’ın kulları demektir ki bu ifade, Müslim-gayrimüslim ayrımı gözetmez. Zira Osmanlılar, Allahü Teâlâ’nın “Rahman” isminin, “dünyada hem Müslümanlara hem de gayrimüslimlere in’am ve ikram eden” manasına geldiğinin farkındadırlar.
Bu sebepledir ki “ibadullahın tevsî-i akvât-ı rûziyeleri (günlük azıklarının bollaştırılması) ve tevsî-i maişetleri (rahat geçinmelerini sağlamak)” gibi halkın geçimi ve refahı endişesini taşıyan ifadeler, konuyla ilgili vesikalardan eksik olmaz.
En başta, bilinirdi ki hükümdarın aslî vazifelerinden biri de halkı besleyip doyurmaktı. Toplumun refahı, her şeyin başında gelirdi. Halkın ihtiyaçlarının temin edilmesi, yoksul ve muhtaçların gözetilmesi ve şefkatle kucaklanması, ahalinin huzurla bir arada yaşaması için elzemdi. Bu anlayışla devleti idare eden hükümdarlar, kendilerini her daim millete hizmet etmekle mükellef gördüler. Onlar için en büyük zenginlik, Allah’ın emaneti bildikleri reayanın (vergi mükellefi halk) her türlü ihtiyaçlarının temin edilmesiydi. Bu hususa, padişaha arz ettiği risalesinde Koçi Bey de değinmiştir: “Eğer mamur olur, zulüm olmazsa, padişahımın hazinesi dolu olur. Hemen gereken şey, reayayı koruyup zalimlere çiğnetmemektir.”
Devletin dimdik ayakta durabilmesi, milletin güçlü ve sağlıklı olmasına bağlıydı. Bu da ancak halkın iaşesini teminle mümkün olabileceği için Osmanlı Devleti, iktisadî hayatını bu esas doğrultusunda düzenlemiştir.
İaşe, İstanbul İçin Neden Önemliydi?
İaşe denilince akla gelen ilk yer İstanbul’du. Çünkü İstanbul, cihanın payitahtı, Osmanlı’nın kalbiydi. Dünyanın gözdesi kadîm şehir, Osmanlılar tarafından fethedilince, kısa sürede Avrupa’nın en büyük şehri hâline geldi. Nüfusu bugün olduğu gibi o zaman da birçok ülkenin nüfusundan büyüktü. Özellikle 17. asırda payitaht, artık doğunun ve batının en büyük şehriydi.
İstanbul’un iaşesinin önemini kavrayabilmek için nüfusuna değinmekte fayda var. Şehrin nüfusu, 1520-1530 yılları arasında 400 ila 450 bin civarındaydı. 17. yüzyılın ortalarında bu nüfusun, 600 ila 750 binlere çıktığını söyleyenler de var. Hülasa, ortalama yarım milyona yakın nüfusa sahip devasa bir şehirdi İstanbul.
Bir kişinin yıllık buğday ihtiyacının ortalama 8 kile (yaklaşık 205 kg) olduğu kabul edilirse, 450 bin kişilik İstanbul nüfusunun yıllık buğday ihtiyacı ortalama 3.6 milyon kile (92.4 bin ton) olacaktır.
Söz konusu devirde İstanbul’da yıllık 4 milyon koyun, 3 milyon kuzu ve 200 bin sığır tüketilmekteydi. Ayrıca şehrin fırıncılarına da günlük 20 bin kile, yani ortalama 500 bin kg buğday tahsis ediliyordu. 1660-1673 yıllarına ait verilerde şehirde günde 300-500 ton buğday tüketilirken, 18. Yüzyılın üçüncü çeyreğinde yıllık buğday tüketimi 4.780.070 kile (172.574 ton), 1790’larda ise İstanbul fırınlarının yılda işleyebilecekleri buğday miktarı 3.8 milyon kile (97 bin ton) civarındaydı. Bu verilere bakarak İstanbul’un iaşesinin ne kadar önemli olduğunu görebiliriz.
Devletin İaşe Politikası Nasıldı?
Üretimin ve ulaşımın sınırlı olduğu, savaşların ve kıtlıkların baş gösterdiği devirlerde, İstanbul gibi büyük bir şehrin iaşesinin aksamadan temini, elbette kolay değildi. Bu iş için bir dizi tedbir almak gerekiyordu. Uygulamalar payitahta has değildi fakat başta muazzam bir tüketim merkezi olan İstanbul’un iaşe temininde ve şehre erzak nakledilmesinde büyük bir organizasyon şarttı. Bu yüzden devlet, nevi şahsına münhasır bir sistemle Âsitane’nin iaşesini sağlamış, asırlarca aynı usulü devam ettirmiştir.
Kapak yazısının devamını Yedikıta Dergisi 143. sayısından (Temmuz 2020) okuyabilirsiniz.