Yüzyıllardır tabiatla iç içe yaşamış olan atalarımız, hayatlarını belli bir düzen içerisinde tabiatla çatışmadan, sürdürmeye çalışmıştır. Bereketli topraklar üzerinde hayvancılık ve tarım yapmışlar, zorlu hayat şartlarını kolaylaştırmak için birtakım metotlar geliştirmişlerdir. Onların şaşmaz takvimleri vardır. Havanın nasıl olacağını tahmin ederler. Bu tahminler doğrultusunda toprakla tohumun hangi tarihte buluşacağını, hasat ve harman vaktinin ne zaman olacağını belirlerler. Asırların birikimi bu zengin mirasa, şimdilerde halk takvimi, kocakarı takvimi gibi isimlendirmeler yapılıyor. Yazımızda, bazılarımızın büyüklerinden duyduğu, birçoğumuzun bilgi ya da fikir sahibi olmadığı halk takvimini anlatacağız…
Şehirleşmenin arttığı günümüzde, sıkışıp kaldığımız apartman dairelerindeki dört duvar arasından, gökyüzünü bile görmekte zorlandığımız evlerden tabiatı seyretmek, onu gözlemlemek ne kadar mümkündür?
Evimizde; soğuğu klima, sıcağı kalorifer gibi çeşitli âletler ile sağlıyor; yağmurun sesini, fırtınanın uğultusunu, izole camların ardından ne kadar duyabiliyoruz? Yani kendimizi bir fanusun içine koyuyor ve tabiatın içinde ama ondan kopmuş şekilde yaşamaya çalışıyoruz.
Serin ve yağmurlu bir havada, çinko çatılı bir evde, düşen yağmur damlalarının sesini dinlemenin, toprak kokusunu içine çekmenin, soğuk ve ayazın çatlattığı el ve ayaklardaki acının hissini, bilhassa yeni neslin anlaması pek mümkün değildir.
Hâlbuki atalarımız tabiatla iç içe yaşamışlar, onun zorlu koşullarıyla mücadele vererek hayatlarını idame ettirmişler. Ancak onunla bir kavgaya girmemişler, bilakis onu anlamaya çalışmışlar; birtakım hâl ve hareketlerini ve bazı alışkanlıklarını ona göre ayarlamışlar. Bunu yaparken, kendilerince usuller belirlemişler ve şifahî bir takvim oluşturmuşlar. Asırların birikimiyle aktarılarak gelen bu takvimlere de “halk takvimi” denilmiştir.
Halk takvimi, tabiatla iç içe olan dedelerimiz için o kadar hayatî öneme sahiptir ki hayvanlarını ve bitkilerini soğuktan korumak, kendileri ve hayvanları için yakacak ve yiyecek temin etmek, hayvanların çiftleşme ve doğum zamanlarını kontrol altına almak, ekim dikim zamanlarını takip etmek için olmazsa olmazdır.
İşte atalarımız, yüzyıllar süren birikim ve tecrübesiyle nesilden nesile aktarılan sözlü bir takvim oluşturmuşlardır. Ay’ın hareketlerini incelemişler, ekim dikim yapmışlar; bulutların ve rüzgârların hareketlerini izlemişler, yağmurlarla alâkalı tecrübe sahibi olmuşlar; hayvanların hareketlerini izleyerek, onların tepkilerine göre aksiyon almışlardır. Bununla beraber düşünce dünyalarının imbiklerinden süzülmüş deyimler ve atasözleri ile bu sözlü kültürü daha anlaşılabilir ve aktarılabilir hâle getirmişlerdir. Daha sonraki yıllarda belirli seviyede yazılı hâle gelmiş olan bu bilgiler, Rumî takvim esaslı olarak takvimlerde kendine yer bulmuştur.
Aşağıda anlatacak olduğumuz bilgiler, kitabî kaynaklardan istifade edilmekle birlikte daha çok sözlü tarih çalışmaları sonucu elde edilmiştir. Çalışma, kendi yöremiz olan Antalya ve Muğla, özelde ise Kaş-Çavdır eksenli bir takvim çalışması olsa da herkesin kendi yöresi ile alâkalı yeni bilgiler ilave ederek zenginleştireceği bilgilerle bizde de var diyerek teyit edebileceği bilgileri ihtiva etmektedir.
Mevsimlerin Taksimi
Halk takviminde mevsimler, Hızır ve Kasım diye ikiye ayrılmıştır. Kasım günleri Miladî olarak Kasım ayının 8’inde başlayıp 6 Mayıs’a kadar (Şubat ayının 28/29 gün sürmesine göre) 179/180 gün devam eder. Hızır günleri ise 6 Mayıs’ta başlayıp 8 Kasım’a kadar 186 gündür. Anadolu’da yılın bu şekilde bölünmesi, yıldızlarla ilişkilendirilmiştir. Ülker yıldızı, Kasım ayı başında görünmeye başlar ve Mayıs ayından itibaren görünmez olur. Aynı zamanda Arapça kökenli Kasım ayı, bölen manasında olup yılı da ikiye bölmektedir. Nitekim Anadolu’da 6 Mayıs’ta başlayan günlere “yeşer günleri”, 8 Kasım’da başlayan günlere “bölen günleri” denilmesinin hikmeti de buradan geliyor olsa gerek.
Her ne kadar atalarımız, mevsimi ikiye ayırsa da her dönemin kendi içinde farklılıkları vardır. Meselâ Ekim ayı, özellikle dört mevsimin belirgin yaşandığı yerlerde Sonbahar mevsimi olsa da sıcaklık dalgalanmaları da yaşanan bir aydır. Ekim’de 40 dereceleri bulan sıcaklıklar görülebilirken, kar yağışı hatta tipi şeklinde kar yağışlarına rastlamak da mümkündür. Sıcaklık düşüşleri de genellikle Ekim ayının 10’u ile 15’i arasındaki dönemdir. Tabi bu tür değişikliklerde El Nino gibi birtakım hava sistemleri de etkilidir. Misal vermek gerekirse 1986 yılı Ekim ayının 12’si gibi, Akdağ’da yaylım için saldıkları atlarını getirmeye giden dört kişi tipiye yakalanır. Hiçbir yere hareket edemezler ve maalesef birisi hariç hepsi vefat eder. Böyle bir hadisenin Antalya gibi yılın büyük çoğunluğunun sıcak geçtiği bir bölgede yaşanması, durumu daha da ilginç hâle getiriyor. Yoksa Ekim ayında, birçok haber kanalında, “falanca yere mevsimin ilk karı düştü” minvalinde haberlerle karşılaşmak çok sıradandır.
Kapak yazısının tamamını Yedikıta Dergisi 185. sayısından (Ocak 2024) okuyabilirsiniz.