Yüzyıllar boyunca nice padişahlar, nice vezirler; camilerde zafer öncesi ellerini kaldırıp dua etmiş, cemaatle aynı kıbleye yönelmişlerdir. Lâkin onların yeri, halkın safı içinde değildi. Onlar ince oyma kafeslerin ardında, yüksekçe bir köşede bulunurdu. İşte o köşelere başımızı kaldırıp baktığımızda, mimarî zarafeti, tevazuyu, adaleti ve aynı kubbenin altında secdede bir olmayı görürüz…
İstanbul’da, Bursa’da, Edirne’de yahut bir zamanlar Osmanlı öncesi Türk-İslâm diyarında başkentlik yapmış şehirlerde… Bir caminin kapısından içeri adım attığınızda, mihrabın solunda, yüksekte, ince kafeslerle çevrili bir köşe dikkatinizi çeker. Ne cemaatin tam içindedir ne de ondan büsbütün ayrıdır. Asırlardır aynı görevi yerine getiren bu köşe, padişahların namaza durduğu hünkâr mahfilidir. Ecdad, ona “Mahfil-i hümâyûn” demiştir. Amaç, padişahın hem ibadetini huzur içinde eda etmesini sağlamak hem de güvenliğini temin etmektir.
Mahfilin hikâyesi, Osmanlı ile başlamaz. Evvelâ Emevîlerde görülür, Abbasîlerde örneklerine rastlanır. Türklerin ellerinde ise bambaşka bir hüviyet kazanır. Selçuklu camilerinde hünkâr mahfiline dönüşür. 11. ve 12. yüzyıllarda Türk-İslâm şehirlerine yayılır. Anadolu’da ise ilk örneğini, Divriği Kale Camii’nin (1180-81) taş duvarları arasında görürüz. Ardından Konya Alâeddin Camii, Divriği Ulu Camii, Niğde Alâeddin, Beyşehir Eşrefoğlu, Hasankeyf ve Aksaray Ulu Camileri gelir… Ahşap kokusu hâlâ kubbelerin gölgesinde saklıdır, lâkin ne yazık ki pek azı zamana direnebilmiştir.
Bir gün yolunuzu, bu ecdat yadigârı mabetlere düşürürseniz, Konya’da Sultan Alâeddin’i, Beyşehir’de Eşrefoğlu’nu, Aksaray’da Karamanoğlu Mehmed Bey’i âdeta görür gibi olursunuz. O mihrap önlerinde, saf saf cemaatin arasında, huşû ile namaza durduklarını hissedersiniz.
Yazının tamamını Yedikıta Dergisi 208. sayısından (Aralık 2025) okuyabilirsiniz.


