Saltanatın ateşten gömlek olduğunu artık bizzat tecrübe eden Sultan Abdülhamid, tahta çıktığında ülke topraklarının kaynayan kazandan farklı olmadığını görmüştü. Balkanlar yanıyor, sömürgeci Avrupa Osmanlı coğrafyasının her yerine müdahale ediyorken, ayaklanmalar, dış baskılar, payitahttaki siyasî huzursuzluklar ile bozulan mâli durum ve ödenemeyen borçlar boğucu bir girdap gibi bütün gündemi sarıp sarmalamıştı. Neredeyse bütün şartlar olağanüstüydü ve neredeyse kimse kimseye güvenemiyordu…
19. yüzyılın ikinci yarısı sadece Osmanlı Devleti için değil, pek çok Avrupa devleti için de farklı bir tarih inşası süreciyle başladı. Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması sonrasında bu defa Osmanlı toprakları, Avrupa’da yaşanan sömürgecilik rekabetinin boy hedefi hâline geldi. Bu şartlar içerisinde, devirle özdeşleşen Sultan İkinci Abdülhamid’in gençlik yılları, Osmanlı tarihinin en köklü dönüşüm hamlesi olan Tanzimat’ın sıkıntılarını bizzat yaşayarak geçti. Reformların maliyeti, memleketin muhtelif bölgelerinde ortaya çıkan karışıklıklar, devlet adamları arasında yaşanan güç mücadeleleri, Avrupa’dan alınan borçlar ve yabancı devletlerin her geçen gün artan müdahaleleri, Sultan Abdülhamid’in bu devirde şahit olduğu gelişmeler arasındaydı.
Padişah olduğunda ise kısa bir zaman diliminde arka arkaya gelen taht değişiklikleri yüzünden istikrar altüst olmuş, yaşanılan kanlı hadiseler, Bâb-ı Âli’de belirsizlik ve karamsarlık uyandırmıştı. Balkanlar’da da karışıklık bütün şiddetiyle devam ederken Avrupa kamuoyu, Osmanlı Devleti’nin aleyhine çevrilmişti.
Buhranlı Zamanlar
Kanun-ı Esasî’nin ilânından sonra meclisin açılışı (13 Aralık 1877), Osmanlı ordularının dağılıp Rusların Edirne’ye dayandığı olağanüstü şartlara rast geldi. İstanbul’un da elden gitmesi korkusuyla Rus isteklerine boyun eğildi. Romanya, Sırbistan ve Karadağ Osmanlı hâkimiyetinden tamamen çıktı, Bulgaristan fiilen Rus nüfuzuna bırakıldı, keza Bosna-Hersek’te Avusturya ve Rusya müdahalesi kabul edildi ve nihayet doğuda Kars, Ardahan, Batum ve Doğubayazıt, Rusya’ya bırakıldı.
Ancak Rusya’nın bu kazançları başta İngiltere ve Avusturya olmak üzere Avrupa devletlerini tedirgin edince duruma müdahale ederek Rusya’yı, Yeşilköy Antlaşması’nı yeniden gözden geçirmeye zorladılar. Böylece Berlin Kongresi (13 Temmuz 1878) neticesinde Osmanlı Devleti’nin kayıplarının telâfisinden çok, Rusya’nın daha önce elde ettiği kazançların sınırlandırılması yoluna gidildi.
Avrupalı devletler, Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma prensibini bir tarafa bırakmışlar, artık Osmanlı topraklarını paylaşma imkânlarını arar olmuşlardı. Bu şartlar altında devletin kendisini toparlayabilmesi için acil ve uzun süreli bir barışa ihtiyaç olduğuna inanan Sultan İkinci Abdülhamid, bir yandan büyük devletler arasındaki rekabet ve çıkar çatışmalarından faydalanma, öte yandan da diğer devletlerle olan meselelerini mümkün olduğunca sulh yolu ile halletme gayreti içerisinde olmuştur. Zaman zaman “korkaklık ve pasiflik” iddialarına muhatap olacak derecede bu siyasetinde ısrarlı olan Sultan İkinci Abdülhamid’in son tahlilde pek de yanılmadığı söylenebilir.
Yazının devamını Yedikıta Dergisi 114. sayısından (Şubat 2018) okuyabilirsiniz.
Bazan Büyükleri anlamak zor dur çünkü bu hal onlar gıbı düşünemiyor olmamızdan kaynaklanan şahsi noksanlıklarımızdır,, Ulu Hakan ı anlayamayan nice büyükler!! sonraları istimdat talebi ettiler lakin olan oldu… Takdir Cenab ı Hakk tandır
Allah rahmet etsin.Cennette inşaallah beraber oluruz.