Âbidevî bir tarihî yapıyı ilk gördüğünüzde ne hissedersiniz? Heyecan, hayret, merak… Biz merakı seçtik ve böyle bir dosya çalışmaya karar verdik. Sözde kentsel dönüşümün devam ettiği günümüzde, şüphe ile bakılan bugünün binaları ile dünün asırlara meydan okuyan yapıları arasındaki farkları, tarihî yapıların uzun ömürlü olmasının sırlarını ve güvenle bakabileceğimiz yarınlar için neler yapılabiliri, sizler için araştırdık…
“Hiçbir Üstâd Böyle Kâr Etmemiştir.”
Bir medeniyetin geriye bıraktığı miraslardan biri, binlerce yıl önce inşa edilen yapılarıdır. Günümüzün 50-60 yıllık betonarme binalarının çöktüğünü görünce akıllara, bu eserlerin nasıl yapıldığı sorusu geliyor. Evliya Çelebi, bu sorunun cevabı olacak bir ifade bırakmış eserine: “Hiçbir üstâd böyle kâr etmemişdir (iş başarmamıştır).” Asırlara meydan okuyan tarihî binaların yüzyıllardır nasıl sapasağlam kaldığını, yapım aşamalarını ve sırlarını, Dr. Öğrt. Üyesi Gülsün Tanyeli’ye sorduk…
Genel hatları ile âbidevî bir Osmanlı yapısının inşa süreçleri nelerdi? Bânînin emri/siparişi vermesi, yer seçimi, ölçüm ve projelendirme ve devamındaki merhaleler hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?
Bu tür yapılarda inşaat öncesinde yürütülen hazırlıklar, oldukça karmaşık ve ayrıntılıdır. Ön hazırlıkların bir bölümü teknik niteliklidir, bir bölümüyse inşaatın aksamadan yürütülebilmesi için gerekli malzeme ve işgücünün sağlanmasına yönelik lojistik hazırlıklar ve yazışmalardır. Karar süreçleriyle ilgili bilgilere birincil kaynaklarda pek yer verilmez. Benim ilgi alanım da kararın verilmesiyle başladığı için bu konuyu tarihçilere bırakmak doğru olur.
Yer seçimi yapıldığı zaman, özellikle İstanbul’da, seçilen alanda arsa yahut başka yapı varsa, sahiplerinden satın alınması gerekmiştir. Örneğin Sultanahmet Camii için böyle bir durumla ilgili belgeler vardır. İnşaat alanının hazırlanması, gerekirse yıkımların yapılması ve kazılması öncesinde teknik nitelikteki ön hazırlıklar, üzerinde inşaatın gerçekleştirileceği alanın topografik durum krokisinin hazırlanmasıyla başlamaktadır. Osmanlı Türkçesinde “mesaha” denilen bu işlem, genellikle mimarlar tarafından gerçekleştirilmektedir.
Bazı belgelerde, “mühendis” diye adlandırılan kişilerin ve seyrek olarak da “mesahacı” (topoğraf) denilen teknik elemanın da ölçüm işlemleri yaptığı anlaşılmaktadır.
Ölçümden sonra, söz konusu alan için proje (kârnâme) hazırlanmaktaydı. 16. yüzyılda mimarî proje kavramının Türkçede en sık rastlanan karşılığı “resm” sözcüğüdür. Bu ifadenin, yapıyı iki boyutlu olarak betimleyen her tür geometrik anlatım aracını nitelediği söylenebilir. Fakat projelendirme sırasında ağırlıklı olarak sadece plan yapımının üzerinde durulduğu anlaşılıyor. 16. yüzyılda Osmanlı mimarlarının kesit ve görünüş çizimleri yaptıklarına ve yapımı da bunlar aracılığıyla yönlendirdiklerine ilişkin bir kanıt yoktur. Ama “firenk üslubu ma’an resm eyleyen” mimarın, Anavarin’de Mimar Şaban ile beraber çalışmasının istendiği bir hüküm, Osmanlıların tasvir teknikleri farkından haberdar olduklarını gösterir. Ayrıca, selâtin camileri gibi önemli ve taşıyıcı sistemi karmaşık yapıların maketlerinin yapıldığı da bilinmektedir. Bu maketler sadece, yapının bitince nasıl olacağını gösteren bir ön-tasvir değil, inşaatın teknik aşamalarını yönlendirmek üzere başvurulan üç boyutlu projelerdir.
Osmanlı mimarları plan için 1780- 90’lara kadar özel bir modüler sistemden faydalanıyordu: “Mıstar tahtası” denilen bir araçla, üzerine proje çizilecek kağıdın yüzeyini karelemek. Bu özel tahta, üzerine yatay sıralar hâlinde ve eşit düzende çok ince ipek iplikler gerilmiş bir levhadır. Karelenecek kâğıt, bu levha üzerine yerleştirilip avuç içiyle iyice sıvazlanır.
Böylelikle ipliklerin izi, kâğıt üzerine hafif kabartma olarak çıkar. Aynı işlem, kâğıt doksan derece çevrilerek tekrarlanınca, yüzey karelenmiş olur. Mimar, çizimden önce her bir karenin kaç “zira”a denk olacağını belirler ve çizimini bu esasa göre yapar.
Öte yandan, uygulamanın başındaki yetkililerle yapılan yazışmalarda, çoğu zaman iş sırasında ölçü verilerek işin yönlendirildiği görülür. Hatta Laleli Camii yapılırken alınan plan değişikliği kararlarını, belgelerden izleyebilmekteyiz.
Gerek âbidevî yapılar, gerekse sivil mimarîde, bugünden bakınca bile rahatlıkla anlaşılabilecek çok ciddî bir mühendislik ve teknolojik bilgi/ birikim söz konusu. Bunun kaynağı, kökeni nereden geliyordu?
Osmanlı inşaatçılarının yaslandıkları geleneksel teknik bilgi birikiminin tek bir kökenin/ geleneğin ürünü olduğunu söylemek doğru olmaz; çoğulcu çerçeve çizmek gerekiyor. Bazı alanlarda Antikite’den klasik Osmanlı’ya uzanan kesintisiz bir sürekliliği düşündürten verilerle de karşılaşılıyor.
Roma yapım teknikleriyle Osmanlılarınki arasında görülen benzerliklerde Bizans’ın aracılığı söz konusudur. Fakat Bizans teknolojisinin ayrıntılı bir panoraması çizilmiş olmadığından, temkinli konuşmak gerekiyor. Yine de örneğin, kentsel su sistemlerinin doğrudan doğruya Roma pratikleriyle bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. Roma temel yapım teknikleriyle, İtalya’yla özellikle Venedik’le bir teknik bağlantı merkezi gibi çalışan İstanbul Tersanesi’nin rolü, gözden uzak tutulmamalıdır. Çünkü 19. yüzyıl başında bile bu gibi konularda tersane görevlilerinin uzmanlığına başvuruluyordu.
Öte yandan, Anadolu’yu Türk döneminin başlangıç yüzyıllarında sağladığı kalifiye işgücüyle sürekli desteklemiş olan İran-Orta Asya kültür alanının 15. yüzyıl ve sonrasının Osmanlı yapım teknolojisi üzerindeki rolü konusu da cevap bekleyen sorular arasında. Bilhassa bezeme programında mukarnas, çini ve alçı işçiliği alanında, söz konusu bölgenin buradaki etkisi kesin olmalıdır.
Erken Osmanlı mimarlığını karakterize eden almaşık (taş ve tuğlanın birlikte kullanıldığı) duvar örgülerinde, Balkanlar ve Batı Anadolu’da yaygın Bizans pratikleriyle bağlantı, kolay teşhis edilebiliyor. Bunlar, başka hiçbir İslâm ülkesinde kullanılmamışlardır. Taş örgülerdeyse, Antik Roma’dan başlayan alışkanlıklar devam eder.
Röportajın tamamını Yedikıta Dergisi 140. sayısından (Nisan 2020) okuyabilirsiniz.
Yazınızı çok faydalı buldum. Emeğinize sağlık. Eskiler bu işi daha iyi yapıyormuş.