Kapak, Kültür Tarihi, Manşet

Tahsilin Tacı İcazetname

Medrese talebe

İlim yolunda uzun yıllar emek vererek belli bir seviyeye ulaşan talebelere hocaları tarafından verilen icazetnameler, İslâm kültüründeki köklü geleneğin en önemli unsurlarındandır. İcazet, ders öğretme ruhsatı vermenin ötesinde, mezunun ilmî liyakatinin ve ehliyetinin de isbatıdır.
Doğrudan hocası tarafından verilen icazetnameler, talebenin kimlerden, hangi sahalarda, hangi eserleri tahsil ettiğini; hangi ekolun içerisinde yetiştiğini gösterirdi. Bu gelenek, ilmin nesilden nesile aktarılmasında ve geçmişle irtibatın koparılmamasında önemli rol oynamıştı…

Okumak ve Okutmak Aşkının Derin Tezâhürü ve İcazet

Lügat manası “su akıtmak, onaylamak veya izin vermek” olan icazet kelimesinin, ilim ve hakikat hayatında ihtiva ettiği anlam çok daha farklıdır. Su akıtmak manasından hareketle: “Âlimin, ilmini talebesine aktarması.” şeklinde lafızlaşmış olan bu tabir, ilk asırlarda hadîs-i şerîf rivayetini bir talebe için: “Mübah ve helal kılmak.” anlamında da kullanılmıştır. İlim camiasında ise âlim veya mürşidden okunan ve dinlenen dersin okutulmasına ve nakledilmesine verilen salâhiyet/ruhsat anlamındadır. Bu ifade, tasarruf sahibi olmayanın ilim nakletmesinin ve ondan ilim alınmasının câiz olmadığını ve ruhsatsız, salâhiyetsiz ve izinsiz verilen ilmin hükümsüzlüğünü ifade eder. Günümüzde dahi eğitimin, ehil yani alanında tekâmül etmiş kişiler tarafından verildiği düşünülürse, icazetin ne denli ehemmiyet arz ettiği daha iyi anlaşılır.

İcazet, Ehline Verilirdi

İslâm devletlerinde ve bilhassa Osmanlı ilmiyesinde medrese ve tekke mensuplarından ve sanat erbabından eğitimini tamamlayanlara, üstadları/hocaları tarafından verilen belgeye “İcazetname” denilmiştir. İcazetnameleri, üniversitelerde bölüm sonu verilen diplomaya, zanaatkârın ustalık belgesine, ticaret erbabının işletme ruhsatına ya da eğitim alan sürücüye verilen ehliyete teşbih etmek mümkündür. Fakat icazetnameler sadece yazılı bir metinden ibaret değildir.

İslâm âlimleri, yazdıkları eserde herhangi bir ticarî kaygı içinde olmadıklarından, kitaplarından yararlanma hakkını telif sözleşmeleriyle kısıtlamak yerine, ücret beklentisi olmaksızın eserlerinden istifadeyi tüm insanlığın yararına sunmuşlardı. İslâm tarihi bu sebeple ilmin zekâtını vermek kabilinden veya ecrini sırf Hz. Allah’tan (c.c.) bekleyerek Rızâ-yı İlâhi’ye nâiliyet gayesiyle yazılmış kıymetli eserlerle doludur. Nitekim Endülüs âlimlerinden Ebû Muhammed Şentecâlî, Kitâbu Müslim adlı eserinden rivayet yapma izni isteyenler için: “Talebe-i ulumdan Kurtuba’ya kim girerse icazet sahibidir.” diyerek genel bir izin vermişti.

İslâm ulemasının talebelerine verdiği icazetteki “eceztü” lafzının sırrı, sahih bilginin, günümüzde dezenformasyon (bilgi kirliliği) denilen sapkın ve bâtıl bilgiden ayırt edilmesiyle alakalıydı. Talebe hocasından aldığı ilmi tahrif etmeden, reform yapmadan (yeniden şekillendirme), tevil etmeden ve kendi dünyevî çıkarları için kullanmadan başkalarına nakletme yetkisine, bu derin manayı içine alan “eceztü” lafzıyla sahip olabiliyordu. Bu sebepledir ki kimden icazetli olduğu belli olmayanlardan ilim tahsili âlimlerce mahzurlu görülmüş ve bunlar halk nezdinde de itibar görmemişlerdir. Sûre-i Ankebût’un 43. âyet-i kerîmesinde de meâlen: “İşte bu misâller var ya! Biz onları insanlar için beyan ediyoruz. Ama onlara hakiki âlimlerden başkası akıl erdiremez.” buyrularak ilim rivayetinde ruhsat sahibi âlimlere işaret edilir.

İcazet, genellikle talebenin okuduğu kitabın sonuna hocasının: “Eceztü (icazet verdim).” yazmasıyla yazılı hâle gelirdi. Bazen de talebenin kendisinin kitabın sonuna: “Falan âlim tarafından bana izin verildi.” yazmasıyla kayıt altına alınıyordu. Burada talebe-i ulûmdan veya hocasından herhangi bir yalanın sâdır olmayacağı bilindiği için bu kayıtlar resmî belge gibi geçerlilik kazanırdı.

Bazen de izin lafzı doğrudan kullanılarak: “Ezintü (izin verdim).” şeklinde rivayet izni verildiğine tesadüf edilmiştir. Lübâbü’l-Elbâb’ın müellifi Muhammed el-Avfî’nin, talebesine verdiği icazet, bu alanın önemli misallerindendir: “Bu kitap ve öncekiyle alâkalı icazet ve rivayet izni, ehlinin indinde malum şartlara muvafık olmak şartıyla verildi.”

En Büyük İcazet, Yetiştirilen Talebedir

Günümüz diplomalarının aksine İslâm medeniyetinde icazet, talebeye bizâtihî onu okutan hocası tarafından verilmiştir. Ashâb-ı Suffe’den bilitibâr, İslâm eğitim müesseseleri hiçbir şekilde talebeye resmî belge vermeye odaklanmamış, medreselerin yahut ilim halkalarının mesul hocaları, talebelere mezuniyet belgesi vermeyle ilgilenmemişlerdir. İlmî sorumluluk alanıyla alakadar olan müderris, müctehid, âlim, mürşid ve üstâdlar; kanaat ve serbest değerlendirmeyle birlikte, talebelerine ilim öğrenmek için gerekli imkânı sağlamayı, diploma veya resmî belgeden mühim görmüşlerdir. Hocalar talebelerine belli bir konuda icazet verince, eğitim verilen bağlı kurumun onayı aranmazdı. İlginçtir ki İslâm tarihinin en resmî hüviyetli eğitim kurumlarından biri olan Semerkant’taki Uluğ Bey Medresesi’nin baş müderrisi Kadızâde-i Rûmî’nin bile verdiği hiçbir icazette, resmî herhangi bir unsura tesadüf edilmemiştir.

Kapak yazısının tamamını Yedikıta Dergisi 190. sayısı (Haziran 2024) okuyabilirsiniz.

Önceki Makale

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir