Kültür Tarihi, Manşet

Kayıp Şehir Bürosu

Kayıp Şehir Bürosu

İstanbul’un kayıp yıllarından birinde sıcak bir Eylül gününde, ihtişamlı bir yapının önündeyim. Yüksek merdivenleri ağır ağır çıkarken yılların verdiği yorgunluk ve yaşlılığın alâmeti ağrılar, ayaklarımda hissediliyor. Kalbimin sızısı ise bambaşka. Şehrin yok olan yapılarına, artık göremediğim meslek erbabına, kendine has âdetlerine bir iç çekiyor ve zihnimi tazeleyecek şeyler bulma ümidiyle ‘Kayıp Şehir Bürosu’ndan içeriye giriyorum…

Burasını nasıl anlatsam size. Kapıdan içeriye girdiğinizde tarihî bir heybet karşılıyor. Küfeki taşın asaleti, mimarın zarafetiyle buluşmuş, büyük ahşap pencereler ve mermer sütunların taşıdığı yüksek tavanla, ferah bir bina meydana gelmiş. Ustalar, sanki oya gibi işlemişler taşı. Ya pencere vitrayları, o nasıl güzellik derken tavandaki kalem işlemeleri, ben daha güzelim der gibi. 

Tabi bu görsel şöleni gölgeleyen şeyler de yok değil. Tarihî bina, modern teçhizatlar ve mefruşatla döşenirse böyle olur. Olacak iş mi yahu! Taç kapıya fotoselli kapı takılmış, bir de giriş yolunun ortasına x-ray koymuşlar. Geçmeden girilmiyor; geçtiğinde ötüyor, metalik ses cânım binada yankılanıyor. Beni kontrol edeceğinize taş işlemeye tutturulan vidalı demiri kontrol etseydiniz ya. Şuradaki sıvamaya bak, gitmiş güzelim kalem işleri. Bu ne biçimsizlik ne zevksizliktir. Duvarları kısmî süsleyen çini panolara ne demeli. Tahminen birkaç asırlık İznik desenli çiniler, renklerini ilk günkü gibi sergilerken yanında yeni takıldığı belli olan karolar solmuş bile. Her geçen gün kalitesizleşen ve zevksizleşen bu hayatta, kaybettiğimiz inceliklere duyulan hasret bizimkisi… 

Hoşnutsuz gözlerle etrafı süzdüğümü gören güvenlik görevlisinin, “Buyur amca neye bakmıştınız?” sualine verdiğim, “Kayıp Yapı Dairesi’ne bakmıştım evladım.” cevabı üzerine görevli, eliyle koridorun sonunu göstererek, “En sonda, sağdaki oda amca!” dedi. 

Yavaş adımlarla koridorda ilerleyip işaret edilen odaya vardığımda, bilgisayar başında mesaisini doldurmaya çalışan memurun rahatını bozmuş olacağım ki zoraki sözlerle “Ne için gelmiştiniz?” sualine maruz kaldım. “Gençliğimin İstanbul’una bakmıştım!” deyiverdim.

Kayıp Yapı Dairesi 

Odanın eşiğinden geçer geçmez ahşap yer döşemesinin gıcırtıları eşliğinde bilgisayarlı masanın yanına kadar vardım. Anlamadım der gibi bakan memura: 

“Selamlar evladım, kısaca maruzatımı arz edeyim. Bendeniz, Fatih Şehzadebaşı doğumluyum; çocukluğum, gençliğim, yetişkinliğim hep Fatih’te geçti. Tam 60 yıl Sultanhamam’da küçük bir manifaturacı dükkânı işlettim. Küçük olduğuna bakma, bereketli yer Sultanhamam, çok şükür iyi ticaretimiz oldu. Çocuklar devam ettiriyorlar şimdi, hâlâ işlekmiş maşallah. Ben Çatalca’dayım kaç zamandır. Son demimiz orada geçiyor, kendimizi taşıyoruz, Allah geri koymasın. Bugün ‘Ben, İstanbul’a gidiyorum.’ diye evden çıktım. Evvelce de duyardık. Sadece sur içinde yaşayanlara ‘İstanbul’da oturuyor.’ denirdi. Diğer tek tük yerleşim yerleri, İstanbul’un taşrası sayılır, oradan gelenler ‘Ben, İstanbul’a gidiyorum.’ derlerdi. Şimdi nerde efendim. Tekirdağ’dan Kocaeli’ne İstanbul. Olacak iş mi bu. Her neyse uzattım. Sadede geleyim.” derken memur bey tebessümle: 

“Amcacığım, gel otur öyle anlat, anlaşılan senin meramın uzun, bir de sade Türk kahvesi söyleyeyim sana.” dedi ve gönlümü aldı.

Yazının tamamını Yedikıta Dergisi 197. sayısından (Ocak 2025) okuyabilirsiniz.

 

Önceki MakaleSonraki Makale

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir