Gezi, Kültür Tarihi, Yakın Tarih, Yerinde Tarih

Farklı Zamanlarda Londra’da

Yazıyı okurken kendinizi bir trende farz edin. İstanbul’dan Londra’ya yol alan bu vasıta ile bilvesile geçmişe de seyahat edeceğinizi düşünün. Farklı zamanlara ve mekânlara uğrayacağımız yolculuğumuzda bize Namık Kemal, Abdülhak Hâmid ve daha birçok yazar da eşlik edecek…

Doğu ve Batı… Sınırları belli olmayan çift kutuplu dünyanın birbirine zıt iki tarafı. Coğrafî manada Kuzey ve Güney kutupları var olsa da kültürel anlamda farklılıkların, çelişkilerin ve hatta savaşların müsebbibidir Doğu-Batı çatışması. Batı’nın ötekileştirdiği Doğu, kendisi için Batı’yı öteki kabul etmiş ve her ikisi de birbirini anlama ve birbirlerine kendini anlatma çabasına girişmiştir. Batılılar, Doğu medeniyetinin zenginlikleri üzerine inşa ettiği modern anlayışı; tarihî seyir içerisinde savaş için yapılan seferlere, seyahatlere ve sanayileşmenin getirdiği birikime borçludur. Bu iki zıt kutbun birbirlerini anlamlandırma gayretinde seyahatler ise önemli bir yer tutar. Batılıların Doğu’ya yaptığı keşif yolculuklarında İstanbul önemli bir merkezken, Doğu özelinde Osmanlılar için Paris ve daha sonraları Londra kendilerini kıyas imkânı bulduğu mühim duraklardır.

Batı’yı Londra’dan Tanımak

“İngiliz devletinin dârü’l-hükümeti olan Londra, (…) Thames nam nehrin kenarındadır. Bu şehrin vüs’at ve cesameti (genişlik ve büyüklüğü) o mertebededir ki, gûya betonca haneler ile örtülmüş bir eyalettir. Milâdın 1851. senesi ahali-i şehr ta’dat olundukda (şehirdeki ahali sayıldığı zaman), iki milyon üç yüz bin iken şimdi üç milyona takarrüp etmiştir (yaklaşmıştır)… Bu memleket, ecnebilerin seyr ve ziyaretine ziyadesiyle şayandır. Zira sanâyi’-i beşeriyyenin nihayeti ve kuvve-i insâniyyenin gayeti bu şehirde müctemi’(toplanmış) olmuştur.”

Londra her ne kadar Osmanlı seyyahları-yazarları açısından Paris’in gerisinde kalsa da hatıralarını anlatanların şehir hakkındaki izlenimleri ekseriyetle olumlu, hatta abartılıdır. Türk Edebiyatı’nda Londra’ya 18. yüzyılın sonlarına ait sefaretnamelerde rastlanırken, 19. yüzyılda kaleme alınmış seyahatnamelerde şehre olan ilginin devam ettiği görülür. 1863’te tedavi için Avrupa’ya giden Tanzimat devri şahsiyetlerinden Hayrullah Efendi’nin az önce verdiği malumatlardan da anlaşılacağı üzere Londra, günümüzde olduğu gibi geçmişte de önemli bir cazibe merkezi idi. Bugün İstanbul’un yarı nüfusuna sahip olsa da şehir, 1850’li yıllarda İstanbul’dan takribi 5 kat fazla kişiye ev sahipliği yapıyordu.

Cazibe merkeziydi fakat Londra’ya gitmek öyle kolay değildi. Kıta Avrupa’sının kuzeyinde yer alması ve bir ada ülkesi olması hasebiyle İngiltere, ulaşılması zor bir memleketti. Günümüz şartlarıyla uçakla 3,5 saatte gidebildiğimiz şehre eskiden birçok vasıta değiştirerek günlerce, hatta haftaların akabinde vasıl olunuyordu.

“Fransa’dan İngiltere’ye geçerken tufan, kıyamet! İngiliz kanalı denilen Manş Denizi’nde sanki martılar dalgalar büyütüyor ve sanki şimşekler ve yıldırımları da deniz tutuyordu. Saatlerce batıp çıktıktan ve ölüp dirildikten sonra sahile atıldığımız zaman toprağa secdeye vardık.”

Abdülhak Hâmid Tarhan’ın aktardığı gibi Londra yoluna revan olanlar için Manş Denizi, aşılması meşakkatli bir geçittir. Birçok Osmanlı seyyahı, bu zorlu yolculuğu hatıralarında anlatır. Hatta Osmanlı padişahları içinde ilk ve son Avrupa’ya seyahat gerçekleştiren Abdülaziz Han’ın da Manş Denizi üzerinde badireli bir yolculuktan sonra Londra’ya ulaştığı nakledilir.

Evet, günümüz imkânlarıyla Londra’ya gitmek yazarlarımızın anlattıkları düşünüldüğünde kıyas kabul etmeyecek kadar kolaylaştı. Fakat İngiltere’ye giriş konusunda geçmişte Ahmet İhsan’ın aktardığı “Aa! Fransa’da olduğu gibi burada dahi (Londra) pasaport sormadılar! Acaba bizim pasaport, İstanbul’a avdet eyleyinceye kadar cebimden çıkmayacak mı?” sorusunun bugünkü cevabı o kadar kolay değil. Çünkü İngiltere, dünyanın en zor vize veren ülkelerinden ve vizeyi almak diğer ülkelere nazaran oldukça zorlu bir süreci de beraberinde getiriyor…

Tower Bridge (Kule Köprüsü) ve Tower of London (Londra Kalesi)

Ve Karşınızda Hayalî Şehir!

“Vapurdan ufukta siyah bir nokta görünür. Artık sahile takarrub ediyorduk. Zira o nokta âlî ve hür İngiltere idi.” Londra’ya seyahat eden diğer Osmanlılar gibi bu sözlerin sahibi Sami Paşazâde Sezai de İngiltere ve özelinde Londra’ya hayranlığını olanca iştahıyla anlatır. Babasına, küçüklüğünden beri hayal ettiği şehre gitme müsaadesi almak için yazdığı mektubu, o devirdeki Osmanlı gencinin Avrupa’ya bakış açısını göstermesi bakımından önemlidir:

“…Bâis-i hayatımız (hayat sebebimiz) olan kavaid-i şer’iyye ve ahlâk-ı İslâmiyye dâhilinde olarak her ne terakki, her ne marifete teşebbüs etsek mutlak surette Avrupa’dan iktibas etmeye muhtacız. …Bendeniz Londra’ya gitmek istiyorum. Çünkü 19. asrın kemâlatı dârü’lfünûnda lisana gelmiş, ahalisinde teşahhus, ebniyesinde tehaccur, hey’et-i  mumiyesinde tecessüm (19. asrın gelişmişliği, eğitiminde, ahalisinde, binalarında, genelinde cisimleşmiş) etmiş. Londra’ya gitmek istiyorum… Çünkü yüz milyon nüfusun söylediği, yüz bin edibin asırlardan beri ihyasına çalıştığı bir lisanı öğrenme sevdasındayım…”

Sami Paşazâde Sezai ve birçok Osmanlı aydınları için Batı, medeniyetin ulaştığı son mertebe ve kendilerinin de misal alacağı numunedir. Haklı oldukları yanlar olsa da bu yazarlarımızın düştükleri en büyük hata, Batı’nın ikiyüzlü tarafı ve gerçek arzularını görememeleri veya görmezden gelmeleridir. Amin Maalouf’un bu iki yüzlülüğü vurguladığı satırları, koşulsuz Batı hayranlığı için önemli bir tenkittir:

“Batı’nın yüzyıllardan beri, dün olduğu gibi bugün de içinde bulunduğu dram, dünyayı uygarlaştırma arzusu ile ona egemen olma isteği -iki uzlaşmaz dilek- arasında sürekli bocalamasından kaynaklandı. Her yerde en soylu ilkeleri dile getirirken, o ilkeleri, ele geçirdiği topraklarda uygulamaktan titizlikle sakındı.”

Evet, bu asırlardır devam eden “Doğu-Batı çatışması”nı okurlarımızın yorumuna bırakıp Londra sokaklarında yol almaya başlayalım. Bakalım bize 1851 Londra Sergisi için görevli gittiği şehir hakkında Mehmet Rauf neler diyecek: “Pek azim enli boylu olarak, hatta birkaç sokağın boyu iki üç saat çeken caddeleri, nüfusu, iklimi ve bacalardan çıkan dumanla simsiyah bir şehir…” Hemen Londra evleri hakkında ilave yapıyor Servet-i Fünûn’un kurucusu Ahmet İhsan: “(Burada) evler, dükkânlar ikişer kat, evlerin cümlesi ayrı, yani bizim usulde. Kapılar kapalı, öyle beheri birer mahalle gibi değil!”

Anlatılan tasvirlere katılmakla birlikte Ahmet İhsan’ın İngiliz evlerini bizim evlere benzetme kısmı, günümüz İstanbul ve Londra’sını düşündüğümüzde bizi yaralıyor açıkçası. Evet, yazarlarımızın yaklaşık 2 asır öncesindeki hâlini anlattığı Londra’da bugün de çok bir şey değişmemiş. İngilizlerin tipik kırmızı tuğlalı, iki üç katlı evleri, düzenli ve geniş caddeleri, yeşillikler içindeki bahçe ve parkları şehre değer katıyor. Gökdelenler veya modern binalar yok mu? Var elbet ama eskiyi korumayı çok iyi bilmişler. Zira Londra pek çok açıdan kıta Avrupa’sındaki şehirlerden bugün bile farklı. İngiliz kültürünün muhafazakâr yapısı, değişimden değil, gelenekten yana bir tavır sergiliyor. Şehirleşme anlamında durumun bizim açımızdan ne kadar vahim olduğunu okurlarımızın müşahedesine bırakıyoruz. Park ve bahçeler demişken birkaç cümle yazmamak, Londra’da şehrin % 33’ünü kaplayan yeşil alanlara -İstanbul’da ise bu oran % 2,2- haksızlık olur. Londra’nın en meşhuru Hyde Park, içinde hayvanat bahçesiyle Regent’s Park, 0 meridyen çizgisi ve kraliyet rasathanesinin eteklerindeki Greenwich Park, şehrin akciğerlerinden sadece birkaçı. Sami Paşazâde Sezai’nin de ekleyeceği birkaç malumat var Hyde Park hakkında:

“Avrupa’daki mesirelerin en büyüğü olan Hyde Park mevsim addolunan Nisan’dan Temmuz evâsıtına (ortalarına) ve alafranga saat beş buçuktan yedi buçuğa kadar İngiltere erbab-ı asâlet ve servetinin mevki-i içtimâ’ı ve mahall-i tenezzühüdür (gezinti yeridir).”

Şehirleşmeden bahsederken şehirlerin ulaşım anlamında atardamarları mesabesindeki metro hatlarının, Londralılar için vazgeçilmez bir öneme sahip olduğunu söylemeden geçmeyelim. Ve başka bir üzüntümüzü daha dile getirelim. Burada “Underground” olarak ifade edilen metro hatları, kelimeden de anlaşılacağı üzere Londra’da yer altındaki ayrı bir dünya… Ve şehrin nerede ise her yerine raylı sistem ile ulaşmak mümkün. Dünyada Londra’dan sonra ikinci metro hattı İstanbul’da açılmasına rağmen -1875 yılında Karaköy ile Beyoğlu arasında açılan Tünel- bugünkü İstanbul trafiğine baktığımızda bu konuda da ne kadar yaya kaldığımızın acı bir resmini görürüz.

Devam edelim ve şehrin hatta ülkenin bir başka alametifarikasına geçelim: Londra sokaklarında gezerken yüksek ihtimalle yüzünüze düşecek olan yağmur damlalarına… Bu vaziyetten yani Londra havasından fazlaca şikâyetçi olan Abdülhak Hâmid Tarhan’a kulak verelim: “Akşama iki saat kaldı. Biraz güneş görülüyor. Bu Londra için büyük bir şeydir. Bir adam yağmura tutulmadan, yahud dumana boğulmadan güneş görebilirse güngörmüş addolunur.” Uzun yıllar elçilik görevlisi olarak Londra’da kalan Tarhan, İngiltere’nin “güneşin batmadığı imparatorluk” lakabına gönderme yaparak Londra’daki güneşsizliği şöyle ifade eder:

“Memâlikinde güneş batmayan İngiltere’nin tahtgâhında güneş doğmaz oldu. Dünya gibi bu taraflarda güneş de yalancı.”

Evet, İngiltere’nin alametifarikası kapalı havası ve ince ince yağan yağmuru. Bu sebeple bizim için alelade bir aksesuar gibi duran şemsiyenin İngiltere’ye has bir kültürü mevcut. İşlemeli bin bir çeşitmodellerin olduğu dükkânlara her caddede rastlamak mümkün. Bu mevsimsiz memlekette güneş, az bulunan bir cevher. Güneş, yüzünü şöyle bir gösterince parklarda güneşlenen insanları görürseniz şaşırmayın.

Hyde Park’ın havadan görünümü

 Namık Kemal’in Londra’sı

Tanzimat devrinin güçlü kalemlerinden Namık Kemal’in de elbette Londra hakkında söyleyeceği iki çift lafı vardır. Avrupa’da yaşadığı yıllarda yazarımızın Londra özelinde Batı kültürü hakkında izlenimleri ve tespitleri “Türk Modernleşmesi” açısından önemlidir. Namık Kemal, sentezci bir bakış açısıyla kendi büyük medeniyetimizin varlığına inanıp onun üzerine Batı’nın imkânlarının alınmasını savunmuştur. Osmanlı’nın terakkisini başka bir ifade ile Batı sisteminin, Türk/İslâm medeniyeti zeminine oturtulmasına bağlamıştır. Ona göre ise gelişmiş dünyanın örneği Londra şehridir:

“Bütün memâlik-i mütemeddineyi (medenî memleketleri) dolaşmaya ne hacet. İnsan, yalnız Londra’yı im’ân-ı nazarla (dikkatle) temaşa eylese göreceği bedâyi’ akla veleh getirir (durgunluk verir). Londra “enmuzec-i âlem (âlemin örneği) denilse mübalağa değildir.”

Namık Kemal, Londra’da gezdiği yerler hakkında malumatlar verirken özellikle İngiltere’deki eğitim sistemine dikkatleri çeker:

“Hangi mektebe girilse içinde bulunan on-on iki yaşında etfal (çocuklar) güya ki büyümüş de sonra yine küçülmüş gibi âdeta yirmi otuz yaşına girmiş adamlar kadar her türlü intizam ve terbiyeye alışmışlar. Rüştiyelerde öğrenciler üç-dört lisan ile altı-yedi bilim bilirler.”

Bizim gözlemlerimiz de Namık Kemal ile benzer yönde. Günümüzde de Londra’daki kolej ve üniversiteler, dünyevî manada çok iyi eğitim veriyor ve dünya sıralamasında en üstlerde kendilerine yer buluyor. Özellikle Osmanlı’daki Enderun mektebini anımsatan Londra’daki Eton Kolej gibi köklü ve elit okullarda verilen eğitim ile İngiltere’nin yönetici kadroları yetiştiriliyor. Karma sistem yerine Eton gibi, sadece erkeklere veya Queen’s College London gibi kızlara yönelik okullar, İngiltere’de oldukça yaygın. Ve erkek/kız ayrı okulların akademik anlamda daha başarılı oldukları üzerine ciddi araştırmalar mevcut. Yazboz tahtasına dönen eğitim sistemimizi kıyas etmeye gerek yok sanırım.

Daha anlatacak çok şey, gidilecek çok yer olmasına rağmen sayfalarla sınırlı yolculuğumuzun şimdilik sonuna geldik. Londra’nın sokaklarından Batı kültürünün derinliklerine yaptığımız bu kısa seyahatimizde; satırlarıyla bizlere eşlik eden tüm yazarlarımıza, bizi sabırla ve umarız keyifle takip eden siz değerli okurlarımıza teşekkürler. Bir başka kültür yolculuğunda buluşmak temennisiyle…

 

Önceki MakaleSonraki Makale

1 Yorum

  1. Burada amaç batıya karşı bir sempati oluşturmak değil, kin duyduğumuz insanların, Müslüman olmadığı için çok da değer vermediğimiz insanların bile geçmişlerine ne kadar sahip çıktığını, bizim gibi Müslümanlığıyla övünen ve tanınan bir milletin ise geçmişini ne kadar tahrib edip unuttuğunu anlatmak istemişler.
    Güzelliğin ve ilmin nerede olduğu onun değerinden bir şey eksiltmez. Zaten Peygamber Efendimiz’in “İlim Çinde de olsa gidip alınız” demesinden de bu anlaşılmaz mı?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir