İçindekiler
Her şey, ABD’nin menfaatleri doğrultusunda Türkiye’nin askerî ve ekonomik sahalarda ödüllendirilmesiyle (!) başladı. Hâlâ devam ettiğini söyleyebileceğimiz süreçte Türkiye, peyderpey savunmadan gıdaya, dış politikadan tarıma tamamen dışa bağımlı bir hâle geldi. Bu tehlikeli yolun kilometre taşlarını ise Amerikan Başkanı Truman ve Dışişleri Bakanı Marshall döşeyecekti…
Amerika Birleşik Devletleri’nin dış politikasının şekillenmesinde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bazı gelişmeler önemli rol oynamıştı. Bu konudaki en mühim gelişme, Almanya ve müttefiklerine karşı Batılı devletlerle (ABD de dâhil) birlikte savaşan ve onlarla birlikte galip gelen Rusya’nın yeniden eski Çarlık devri politikalarına rücu etmesiydi. Bu da Amerika ve Avrupa’nın çıkarlarına tamamen ters düşecek bir politikaydı.
Rusya’nın 1946’dan sonra hedef olarak seçtiği ve uygulamak için harekete geçtiği plan şöyle özetlenebilir: İran üzerinden Arap petrollerinin, Basra Körfezi üzerinden Hint Okyanusu’nun, Türkiye ve Yunanistan üzerinden de Akdeniz özellikle de Doğu Akdeniz’in kontrol altında tutulması. Bu bölgeler, önceki asırda İngiltere’nin çıkar alanlarıydı ve İngilizler, Çarlık Rusya’sıyla da buraların hâkimiyeti için devamlı mücadele etmişti. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan muazzam bir tahribatla çıkan İngiltere’nin, bu coğrafyadaki menfaatlerini korumak için Sovyet Rusya’ya karşı mücadele edecek gücü kalmamıştı. Bu sebeple İngilizler, taşeron kullanmayı tercih edecek ve ABD’nin savaştan sonra tekrar kıtasına dönmesine mani olacaklardı.
İngiltere, 24 Şubat 1947’de Büyükelçi Lord Inverchapel aracılığı ile Washington’da ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’a bir muhtıra vererek Sovyet tehlikesine karşı Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılması lazım geldiğini ifade etmişti. Gerçek niyetleri değil, işin sadece zahirini gösteren muhtırada Türkiye’ye hem askerî, hem de ekonomik yardım yapılması gerektiğini, ancak kendisinin bu yardımı sağlayacak gücünün olmadığını, bu işin ABD’ye düştüğünü belirtmişti. ABD de böyle bir fırsat bekliyor olmalıydı ki muhtıraya hemen olumlu cevap verdi.
Başkan Truman’ın, İngilizlerin bu samimi (!) teklifine hemen olumlu cevap vermesinin gerçek sebepleri ise şu açıklamasında yatmaktaydı: “Gözlerimizi Yakın ve Ortadoğu’ya çevirdiğimiz zaman vahim meseleler arz eden bir bölge ile karşılaşıyoruz. Bu bölgede geniş tabiî kaynaklar vardır. En işlek kara, hava ve deniz yolları buradan geçmektedir. Bu bakımdan büyük iktisadî ve stratejik önemi vardır. Fakat bu bölgedeki milletlerin hiçbiri ne yalnız ne de birlikte kendilerine yöneltilecek bir tecavüze karşı koyabilecek kadar kuvvetlidirler.”
Bu düşüncelere sahip olan Harry Truman, 12 Mart 1947 tarihli konuşmasında, Amerikan Kongresi’nden Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon dolarlık bir yardım için yetki verilmesini istedi. Kongre de Yunanistan’a 300, Türkiye’ye 100 milyon dolarlık bir yardım için başkana yetki verdi (22 Mayıs 1947).
Yardım konusunun tartışıldığı kongrede Türkiye’nin, (Amerikan çıkarları aleyhine) Sovyet tehdidi altında bulunduğu ve böyle bir durumda, Boğazlardan Çin’e kadar olan geniş bir coğrafyada ABD’nin söz hakkının kalmayacağı konuşuldu. Türkiye’nin ehemmiyeti üzerinde ısrarla duruldu. İşte bu görüş ve yardım yapma meselesi, tarihe “Truman Doktrini” olarak geçecekti.
Doktrin çerçevesinde, 12 Temmuz 1947’de ABD-Türkiye arasında yapılan anlaşmaya göre ABD, Türkiye’ye 100 milyon dolarlık silah, askerî mühimmat/uzman personel ve yol, liman ve askerî tesis inşası için malî ve teknik destek sağlayacaktı.
Amerikan askerî yardımı çerçevesinde Türk Ordusu’na verilen malzemenin bakımı ve yedek parçalarına verilen ücretler, yardımların astarının yüzünden pahalı hâle gelmesine yol açmıştı. Zira karşılıksız olarak verilen 100 milyon dolarlık (280 milyon TL) savaş artığı askerî malzemenin bakımı ve yedek parçaları için bütçeden yılda 400 milyon TL, yaklaşık 143 milyon dolar, ayrılması gerekiyordu. Yani Türkiye, gelen yardımları fazlasıyla ABD’ye bir şekilde geri ödemek durumunda bırakılmıştı. Silahların yedek parçaları da ABD’den alındığı için ticarî ve savunma anlamında da bu ülkeye bağımlı hâle gelinmişti. Türkiye’nin aldığı malzemenin parasını ödeyebilmesi için dolar ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Bunu temin etmekte zorlandıkça da Türk yöneticileri her defasında ABD’den yardım almanın yollarını arar olmuştu. Alınan yardımlarla bazı alanlarda üretim ve ihracat yapılarak ekonomiye güya katkı sağlanacaktı. Ancak bu da mümkün olmamıştı.
Üstelik anlaşmanın 4. maddesine göre; “ABD’nin izni olmadan hiçbir malzeme ve bilgi, Türkiye tarafından kullanılamayacaktır.” Bu madde, Amerika’nın elini kuvvetlendiren ve ileride ekonomik, askerî ve siyasî açıdan Türkiye’yi kıskaca almasına zemin hazırlayan, Amerikan vesayetini kolaylaştıran bir madde olmuştu. Nitekim 1964’te Türkiye’nin Kıbrıs’a yapmayı düşündüğü askerî harekâtta, Amerikan silahlarının kullanılmasına mani olunmuştu.
Harry Truman, sadece Yunanistan ve Türkiye için askerî yardım teklif etmişti. Ondan 3 ay kadar sonra, bu sefer ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, daha sonra kendi adıyla anılacak yeni bir plan açıkladı (5 Haziran 1947). Bu planın amacı, İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını hâlâ saramayan Avrupa ülkelerini malî cihetten desteklemek, bu ülkelerin üzerinde denetim sağlamak ve Amerikan mallarına pazar temin etmekti. Böyle bir teklife hayır diyemeyen 16 Avrupa devleti, 17 Temmuz’da Paris’te bir toplantı tertip ettiler. Toplantı sonunda bu devletlerin ihtiyaçlarını gösteren ortak bir rapor ve kalkınma programları hazırlandı. Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (OECD) da bu sırada kuruldu (16 Nisan 1948).
Paris’teki konferansa Türkiye de katılmış, memleketin içinde bulunduğu durumu anlatmış ve Marshall yardımlarından istifade etmek istediğini belirtmişti. Türkiye tarafından yapılan çalışmaya göre, ülkemizin 615 milyon dolarlık yardıma ihtiyacı vardı. Fakat Türkiye’nin bu yeni plandan doğrudan istifade edebilmesi için yapılan görüşmeler çok çetin geçmiş, uzun pazarlıklardan sonra, 4 Temmuz 1948’de ABD ile anlaşma sağlanabilmişti. Bu anlaşmaya göre; yiyecek, yakacak, kimyevî gübre gibi tüketim maddelerinin parasız, üretim araçlarının borç olarak verilmesi kabul edildi. Küçük bir ayrıntı daha vardı; bu yardımlarla değerli madenlerin, özellikle de Amerikan ordusu için büyük öneme sahip krom madeninin çıkartılmasına ehemmiyet verilmeliydi! Atılacak her adımda son karar mercii ise ABD Dışişleri Bakanlığı olacaktı.
Türkiye’nin Amerika’dan büyük ölçekli dış borç alması, Truman Doktrini/Marshall Planı ile başladı. Amerika ile sıkı ilişkilerin başladığı bu yeni dönemde Türk hükümeti, iktisat politikasına dışarıdan yapılan müdahaleleri Cumhuriyet tarihinde ilk defa olarak kabul etti. Yapılan ikili anlaşmalara, Türkiye ekonomisinin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda ABD Hükümeti’nin öne sürdüğü şartlar da ilave edilmişti. Neticede dış baskılar altında sanayi yatırımları büyük ölçüde terk edildi. Ağırlık, tarımda makineleşmeye ve karayolları yapımına kaydırıldı. Marshall yardımlarına ve döviz rezervine güvenilerek ithalata ağırlık verildi. Özellikle dayanıklı tüketim mallarına olan talebin artmasını, hızlı kentleşme ve kredi teşvikleri takip etti. Ancak birdenbire ortaya çıkan bu talebin yerli üretimle karşılanamaması ve Marshall yardımlarının ümit edilenin altında gerçekleşmesi, Türkiye’yi sıkıntıya düşürdü. Zira bu durum, mevcut döviz birikiminin hızla erimesine sebep olmuş, dolayısıyla dış ödemeler dengesindeki açığın gittikçe artmasına ve ekonomik bir krizin doğmasına zemin hazırlamıştı. Marshall Planı sayesinde, ABD’li uzmanların yönlendirmesiyle (!) ilerlemenin kaydedildiği en önemli alanlar ise hâliyle tarım ve madencilik sektörü oldu.
Amerika, Avrupa ülkelerine “tabiî” müttefikleri ve ekonomik ortakları gözüyle bakarken, Türkiye’ye yaklaşımı ise “klasik emperyalist” zihniyetine tamamen uygun olmuştu. ABD’nin bu tavrı; “Önce bir miktar yardım ve asıl olarak borçlandırma yoluyla politik, ekonomik, askerî çıkar sağlamak, borçlu ülkeyi sürekli yardıma muhtaç tutmak ve en bunalımlı zamanlarında azar azar borç vererek yeni yeni tavizler elde etmek…” olarak ifade edilebilir. Nitekim Amerika, bu politika sayesinde en az maliyetle Türkiye’den isteklerini fazlasıyla elde edebilmişti. Türk yöneticiler, Marshall Planı sayesinde Türk ekonomisinin kendi kendine yeterlilik kabiliyeti kazanacağına inandırılmıştı. Ancak bu, sonraki gelişmelerden de anlaşılacağı gibi büyük bir aldatmacadan başka bir şey değildi. Böylece 1947’ye kadar ekonomiye kazandırılan “kendi kendine yeterlilik” kabiliyetinin ortadan kaldırılması ve dışa bağımlı bir ekonomiye dönüştürme süreci başlatılmıştı.
Amerikan yardımlarının olumsuz sonuçlarından biri de Türk hava harp sanayiine vurduğu darbeydi. Bu yardımlar yüzünden, Türk Hava Kurumu tarafından daha önce önemli miktarda yatırımlar yapılarak kurulan uçak fabrikasına, ilgili devlet kurumları tarafından sipariş verilmemişti. Genelkurmay Başkanlığı, daha önce almak istediğini bildirdiği uçakları almamış, aksine yüksek vasıflı eğitim uçakları için Türk Hava Kurumu Uçak Fabrikası’na sipariş vermek yerine üç senelik ihtiyacı olan uçağı ABD’den almıştı.
Marshall Planı’nın uygulama sahasında Türk Hava Kurumu uçak ve uçak motoru fabrikaları da bulunmaktaydı. 1952’de 12 bin dolar ücretle Amerikalı iki uzman Türkiye’ye getirilecek ve bunların tavsiyesiyle THK uçak ve uçak motoru fabrikaları, 18 Haziran 1952’de Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’na devredilecekti. Kapatılan bu fabrikalar evvela çocuk karyolası, masa, dikiş kutusu ve benzeri siparişler almaya başladı, bilahare 1954’te Minneapolis-Moline şirketince traktör fabrikasına çevrildi.
Tarım, sağlık, gümrük ve ekonomi bakanlıklarının uçak ihtiyaçlarının olduğu ve sipariş verecekleri mevzubahis edilse de bu vaatler hiçbir zaman tahakkuk etmeyecekti. Zira NATO’ya bağlı ordularla aynı olmak mecburiyeti yüzünden başta uçaklar olmak üzere silah sistemleri hep hibe yolu veya uzun vadeli kredilerle temin edilmişti. NATO üyeliği, Türkiye’nin uzun yıllar sanayi alanında (kara ve hava savunma sanayii başta olmak üzere) yatırımlar yapmasına mani olmuştu.
Türkiye, 1945-46 yıllarında Sovyet tehdidi ile karşılaştıktan ve Truman Doktrini’nin ilânından sonra bütün dış politika felsefesini Batı’ya sıkı bağlarla bağlanmak ilkesi üzerine dayamıştı. Bunun için de Batı’nın kurduğu hemen hemen bütün siyasî, askerî ve ekonomik kuruluşlara katılmayı amaç edinmişti. Özetle Türkiye’nin giriştiği çaba, Sovyet tehdidine karşı ABD ile sıkı bir işbirliğiydi. Ancak Türkiye’nin asıl istediği, Sovyetlere karşı güvenliğini sağlamak gibi sınırlı bir amaç iken, Sovyetlerin değişmeye başlayan tutumu karşısında, Ortadoğu’daki çıkarları tehlikeye giren İngiltere’nin de etkisiyle daha geniş kapsamlı ve bütünüyle Batı yanlısı bir dış politikanın “uygulayıcısı” durumuna düşmüştü. Daha sonraki gelişmeler, bu anlaşmalarla başlayan ABD yörüngesindeki dış politika ve ekonomik bağımlılığın, Türkiye’yi nasıl bir kıskaca aldığını gösterecekti.
Türkiye’nin 1947’den sonraki dış politikasında bazı değişikliklerin başladığını gösteren ilk belirti, Filistin-İsrail anlaşmazlığı karşısındaki tutumudur. Türkiye bu anlaşmazlıkta, ABD’den yardım görmeye başlayıncaya kadar, tarihî gerçeklere ve Türkiye’nin çıkarlarına hizmet eden bir anlayışla Arap devletlerinin görüşlerine paralel ve onları destekleyen bir politika takip etmekteydi. Ancak yardım görmeye başladıktan sonra ABD’nin bu anlaşmazlık karşısındaki tutumunun etkisi altında kalarak önce tarafsız kalmıştı. Daha sonra da ABD’yi küstürmemek adına İsrail’i tanımıştı. Bilahare bununla da kalmayarak İsrail ile sıkı ekonomik ilişkiler kurmuş ve bölgedeki nüfus yapısını Müslümanların aleyhine değiştirecek olan bir kararla Türkiye’deki Yahudilerin İsrail’e göçmelerine izin vermişti. Öte yandan 1949’da toplanan Arap devletleri kongresine de “Asyalı değil, Avrupalı!” bir devlet olduğu gerekçesiyle katılmayan Türkiye, yüzünü tamamen Batı’ya dönmüş ve dış politika hedeflerini Batı’nın dış politika hedefleriyle uyumlu hâle getirme yoluna gitmişti. 1955’te “Bağlantısızlar Hareketi”nin ortaya çıktığı Endonezya’daki Bandung Konferansı’nda bu tutum, daha da belirginleşmişti.
Sovyetlerin yayılma planlarını adım adım uygulaması, Batıda yeni birliklerin kurulmasına sebep olmuştu. Bu amaçla 4 Nisan 1949’da Kuzey Atlantik İttifakı (NATO) kurulmuştu. Türkiye, Şubat 1952’de NATO’ya katılmış ve böylece ABD, Sovyet yayılmacılığını önleme konusunda güneyde, tam manasıyla bir ileri karakola sahip olmuştu. Son olarak şunu söyleyebiliriz ki, korku ve stratejik öngörülerdeki yetersizlikler, Türkiye ile ABD arasında Marshall yardımları çerçevesinde başlayan ilişkileri, etkileri günümüze kadar uzayan, hem ekonomik hem de dış politikada bağımlılığa varacak kadar kolaylaştırmış ve pekiştirmişti.
Türkiye ile ABD’yi stratejik ilişki noktasında bir araya getiren şey, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den üs ve toprak talebinde bulunmasıdır. “Çevreleme/ihata” ve “domino etkisi” kavramları ise bu dönemde ABD’nin siyasî manevralarını meşrulaştırmak için kullandığı iki tabirdir ve Türkiye ile münasebetlerindeki en temel “jeopolitik” argümanlardır. Bu iki mefhum çerçevesinde Türkiye, ABD tarafından “Soğuk Savaş” yılları boyunca “değerli bir müttefik”, Sovyet tehdidine karşı bir “bariyer”, NATO’nun güney kanadının “koruyucusu”, “şişenin ağzındaki tıpa” ve dahası Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de “askerî üs” olarak görülmektedir. ABD, Batı’dan ekonomik destek görmezlerse Türkiye ve Yunanistan’ın, Sovyetler Birliği nüfuzuna girebileceğini ve “domino etkisi”yle bu durumun tüm bölgeyi etkileyebileceğini düşünerek harekete geçmiş ve önce Başkan Truman, sonra da Dışişleri Bakanı Marshall, meşhur konuşmalarını yapmışlardır. İşin nihayetinde ABD, “Soğuk Savaş” yılları boyunca bölgeye olan müdahalelerini gerçekleştirebilmek için büyük miktarda ekonomik ve askerî yardım karşılığında Türkiye’yi askerî bir üs hâline getirmiştir.
Türkiye ve Yunanistan’a askerî yardımı esas alan bir politika olan Truman Doktrini, ABD dış politikasında esaslı bir değişimi ifade etmekteydi. Sonuçları bakımından dünyayı ve Türkiye’yi de etkileyen bir karardı. Zira İkinci Dünya Savaşı bütün dünyayı, özellikle de Avrupa’yı büyük sıkıntıya düşürmüştü ve Avrupa ülkelerinde başlayan iktisadî buhran, iki güçlü/düşman devletin (Sovyet Rusya ve Amerika) iştahını kabartmaktaydı. Bu hengâmda Yunanistan ve Türkiye’nin Sovyet nüfuzu altına girmesi, Batı için hayatî ehemmiyeti olan Ortadoğu’nun ABD nüfuzundan çıkması demekti ve bu, kabullenilemeyecek bir durumdu. Meselenin Türkiye’deki yansıması ise gazetelerin, doktrinin yararlarından bahseden haberler ve yazılarla dolması oldu.
Birinci Dünya Savaşı, insanlık tarihinin gördüğü en kanlı savaşlardan birisiydi. Osmanlı Devleti’ni parçalama savaşı da…
Panoramik gösterimin mucidi ve patent sahibi Robert Barker ile küçüklüğünden beri panorama resimleri yapan oğlu…
Bundan 32 yıl önce, Sinop’un balıkçı kasabası Gerze’yi, sevimli bir misafir ziyaret etmişti. Kendini çok…
Türk kahvesi, sadece lezzetli bir içecek olmanın ötesinde, 500 yıl aşkın bir geçmişe sahip, köklü…
Salih kimselerin sohbetinde bulunmanın ve onlarla hemhâl olmanın, gönüllere ferahlık ve huzur verdiği, defaatle söylenmiştir.…
Osmanlı Devleti'nin bu kıymetli okulu Enderun'u infografik formatında sizlerle!
View Comments
Yayın kirişi ne kadar gerilirse ok o kadar ileriye gider... Geçmişe bakabildiğimiz kadarıyla geleceği de planlayabiliriz devlet olarak...
Yakın tarihe ışık tutan güzel bir yazı. Alaaddin hocaya teşekkür ederiz.
Selamlar.