Bir zamanlar Osmanlı’nın sanayi hamlelerinden biri olarak kurulan ve yıllarca Eyüpsultan’ın silüetinde mütevazı duruşuyla varlığını sürdüren Feshane-i Amire, bugün sanat ve kültür merkezi olarak İstanbul’un kültürel hafızasını geleceğe taşıyor…
Osmanlı Devleti’nin on dokuzuncu ve yirminci asırlarında asker, memur ve halk, kırmızı fesi başından eksik etmezdi. Çarşı ve pazarda, hastane ve mektep gibi birçok devlet dairesinde yaşlı, genç yahut çocuk yaştaki insanlar başına fes giyerdi.
Fesin Osmanlı’ya gelişi, Kaptan-ı Derya Hüsrev Paşa aracılığıyla oldu. Donanmadaki bayrak askerine Tunus fesi giydiren Hüsrev Paşa’nın, 1827’de seraskerliğe tayin edilmesinden sonra fesin kabulüne giden süreç başladı. Sultan İkinci Mahmud Han, Yeniçeri Ocağı’nı kaldırıp yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye Ordusu’nu kurunca, askerin kılık kıyafetinde de değişikliğe gitti.
Padişah, 1828’de bir hatt-ı hümâyûn yayınladı. Buna göre; “başa fes giymekte şer‘an bir şey lazım gelmeyeceği malum ise de gerek asâkirin tanzimi ve gerek elbise ve diğer hususlar bi’l-ittifak ve bi’l-umum müzakere olunarak karar verilmiş olduğundan” ordu mensuplarının kırmızı fes giymesini mecburi hâle getirdi.
Ayrıca Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra memurların kavuk giyme zorunluluğu da sona ermiş, bu da başlık çeşitliliğine yol açmıştı. 1829’da bu düzensizliği gidermek ve memurlar için “alâmetifarika” oluşturmak amacıyla Elbise Nizamnamesi yayınlandı. Böylece askerlerin ardından Osmanlı memurlarının da fes giymesi resmen kabul edilmiş oldu.
Fesin, sivil ve asker bütün devlet memurları için zorunlu hâle getirilmesi, zamanla halk arasında da yaygınlaşmasına vesile oldu. Bu yaygınlaşma üzerine önce Tunus’tan, büyük miktarda fes siparişi verildi. Talebin artmasıyla Fransa ve Avusturya’dan da ithalata başlandı. Sonunda, fes üretiminin Osmanlı topraklarında yapılmasına karar verildi ve bunun için işin ehli olan İzmirli Katipzade Mustafa Efendi, Fes Nazırı olarak tayin edildi.
Feshane binası, 1833’te İstanbul Kadırga’daki Cündi Meydanı’nda kuruldu. Katipzade Mustafa Efendi, Tunus’tan yirmi üç fes ustası, Bursa’dan da on beş kabiliyetli kalfa getirtti. Bir müddet sonra üretim kapasitesinin yetersiz kalması üzerine, tesislerin taşınmasına karar verildi. Feshane-i Amire, 1839’da Eyüp Defterdar İskelesi’ndeki Hatice Sultan Sarayı’nın “feriye” kısmına nakledildi. Bu yeni tesiste fes üretiminin yanı sıra çuha, askerî çizmeler, düğmeler, silahlıklar, rütbeler, battaniye, elbise kumaşı, döşeme kumaşı, seccade, halı ve kilim gibi çeşitli tekstil ürünleri imal edilmeye başlandı.
Yazının tamamını Yedikıta Dergisi 208. sayısından (Aralık 2025) okuyabilirsiniz.
Tasavvufun derinliklerinde yoğrulmuş, ilim ve hikmetle mücehhez velî ve Peygamber neslinden olan Emir Sultan Hazretleri’nin,…
Yüzyıllar boyunca nice padişahlar, nice vezirler; camilerde zafer öncesi ellerini kaldırıp dua etmiş, cemaatle aynı…
Nadarlar, dünya fotoğrafçılığının seyrine damga vuran bir aile. Paul Nadar da fotoğrafçı babanın fotoğrafçı oğlu.…
Bu makalemizde Ârif Hikmet’in hem sanat anlayışına hem de Hatt-ı Sünbülî’nin tasavvufî estetiğine göz atıyoruz…
İslâm’da kadın, yalnızca bir birey değil; rahmetin, şefkatin ve faziletin timsalidir. Cahiliye devrinin karanlığını vahyin…
Bugün bir sahafa uğradığınızda hissettiğiniz o eski kitap kokusu, belki de asırlar önce Fustat’ın Sûkulverrâkîn…