Salgınlar, Asr-ı Saadet’ten başlayarak İslâm devletlerinin her döneminde görülmüştür. Bulaşıcı hastalıklara karşı karantinanın da ilk kez Efendimiz (s.a.v.) tarafından uygulatıldığını biliyoruz. Çok sayıda Müslüman’ın yanı sıra birçok halifenin de vefatına sebep olan bu salgınlara yönelik karantina uygulamaları ise Osmanlı devrinde müesseseleşmiştir…
Karantina tabiri, “kırk” manasına gelen İtalyanca “quaranta” kelimesinden türetilmiştir. Bulaşıcı bir hastalığın yaygın olduğu bir ülkeden gelen kişileri, gemileri ve malları geçici olarak tecrit etme şeklinde alınan tedbire, karantina denilmektedir. Hastaların gözetim altında tutuldukları, hususi olarak inşa ettirilen binalara da “karantinahane” veya “tahaffuzhane” denilirdi. Ortaçağ’da İtalyanlar, limana gelen gemilerdeki şahısların kırk gün kıyıya çıkmasını men ederlerdi. Böylece eğer gemide vebalı hasta varsa, hastalığın şehre bulaşmasını önlemeyi düşünürlerdi.
Aslında karantina uygulaması, özü itibarıyla, Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) tarafından bize öğretilmiştir. Efendimiz, bir yerde veba çıktığını duyanların, oraya gitmemelerini, bulundukları yerde zuhur etmesi hâlinde ise oradan çıkmamalarını emretmiştir. Kendileri de hâl-i hayatlarında Medine-i Münevvere’ye biat için gelenler arasındaki cüzamlı kimse ile musafaha edilmesine müsaade etmemişlerdir.
Hazret-i Ömer Zamanındaki Veba ve Uygulanan Karantina
İslâm tarihinde karantina uygulamasının en önemli misallerinden biri, Hazret-i Ömer (r.a.) zamanında yaşanmıştır. Hicretin 18. yılında (639) Arap Yarımadası’nda müthiş bir kıtlık olmuştu. Müminlerin emiri Hazret-i Ömer (r.a.), çevre vilayetlerden yardım istemiş, gönderilen zahirelerle Medine-i Münevvere biraz nefes almıştı.
O yıl, Suriye bölgesinde Amevas adında bir köyde taun (veba) hastalığı ortaya çıktı ve kısa zamanda etrafa yayıldı. Salgın sebebiyle 25 bin kişi öldüğü gibi, Şam valisi Yezîd bin Ebu Süfyân, Hâris bin Hişâm ve Süheyl bin Amr (r.anhüm) gibi meşhur zatlar da vefat ettiler.
Şam’daki veba ortaya çıktığında Hazret-i Ömer (r.a.), Suriye’ye gitmek üzere Medine’den hareket etmişti. Bölgeye girip Serğ adlı köye geldiğinde, Suriye’deki emirler yanına gelerek kendisiyle görüştüler ve hastalığın şiddetini anlattılar. Halifenin, Şam’a girmesi veya geriye dönmesi hakkında Ashâb-ı Kirâm farklı görüşler beyan ettiler. Hazret-i Ömer (r.a.), geriye dönme görüşünü tercih etti ve dönüş emrini verdi. Cennetle müjdelenenlerden Abdurrahman bin Avf (r.a.), civardaki başka bir yerde bulunurken o esnada yanlarına geldi. Veba hakkında bir hadîs-i şerîf rivayet etti. Bugün hemen herkes tarafından bilinen o hadîs-i şerîf şöyleydi: “Resûl-i Ekrem’den (s.a.v.) işittim: Bir yerde veba olduğunu işitirseniz oraya gitmeyin. Bulunduğunuz yerde ortaya çıkarsa oradan kaçıp çıkmayın.” Abdurrahman Hazretleri’nin bu hadisi rivayet etmesinden sonra, geriye dönme fikrinde bulunanların içtihatlarında isabet ettikleri sabit oldu.
Bu salgında vefat edenlerden biri de Suriye orduları kumandanı ve yine Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde bin Cerrâh (r.a.) idi. Ebu Ubeyde Hazretleri vefat etmeden önce yerine Muâz bin Cebel’i (r.a.) seçmişse de çok geçmeden o da bu hastalığa yakalanarak vefat etti. Hazret-i Muâz da vefatından önce yerine Amr bin As’ı (r.a.) geçirmişti. Hazret-i Amr, insanları gruplara ayırarak çevredeki dağlara yerleştirdi ve birbirleriyle temas etmelerini önledi. Böylece hastalığın yayılmasına mani oldu. Bu şekilde veba ortadan kalktı. Bir süre sonra da halkın şehre girip yerleşmelerine izin verildi.
Salgının sona erdiğinin bildirilmesi üzerine Hazret-i Ömer (r.a.), Medine-i Münevvere’de yerine Hazret-i Ali’yi (r.a.) naip olarak bırakıp Suriye’nin durumunu yerinde görmek ve bu büyük musibetten kurtulanlara tesellide bulunmak üzere tekrar Şam taraflarına gitti. Gerekli incelemelerde bulunup işleri yoluna koyduktan sonra Medine-i Münevvere’ye döndü.
Emevî ve Abbasî Devirlerindeki Salgınlar
Tarihin yapraklarını çevirdiğimiz zaman, salgın hastalıkların her zaman ortaya çıkabildiği görülmektedir. Miladî 670 yılında Kufe’de veba zuhur etmişti. Orada bulunan Ashâb-ı Kirâm’dan Mugîre bin Şu’be (r.a.) hastalıktan etkilenmemek için şehri terk etmiş, hastalığın ortadan kalkmasından sonra şehre dönmüş, ne var ki o da vebaya yakalanarak vefat etmişti.
683 yılında Basra’da, büyük çapta ölümlere sebep olan bir veba salgını başlamıştı. Bu salgın sırasında üç gün boyunca şehirde her gün ortalama 70 bin kişinin öldüğü rivayet edilmektedir. Halkın büyük bir kısmı ölmüş, Basra’da neredeyse insan kalmamıştı. Bu salgının 687 yılında meydana geldiği de rivayet edilmektedir.
Emevîler devrinde bu tarihten sonra 698’de Şam’da, 705’te Irak’ta (Basra, Vâsıt, Kufe), 725’te yine Şam’da büyük veba salgınları yaşandı. On yıl sonra Şam ve Irak’ta etkili olan başka bir salgın daha çıkmıştı. 745’te Şam’da, 748’de ise Basra’da yine veba salgınları ortalığı kasıp kavurdu.
Bu salgınlar sırasında birçok mühim şahsiyet vefat etmiştir. 683 yılındaki Basra salgınında Enes bin Mâlik (r.a.) Hazretleri’nin çocuk ve torunlarından 80 kişinin vefat ettiği nakledilir. 735’teki salgında tabiînden müfessir Katâde bin Diâme (rah.) vefat etmişti.
Emevî halifelerinden bazıları da bu salgınlarda hayatlarını kaybetmişlerdi. Üçüncü Emevî halifesi Muaviye bin Yezîd, dördüncü Emevî halifesi Mervan bin Hakem, beşinci halife Abdülmelik bin Mervan, yedinci halife Süleyman bin Abdülmelik ve dokuzuncu halife Yezîd bin Abdülmelik, muhtelif salgın hastalıklardan vefat ettiler.
Abbasîler devrinde de büyük salgınlar yaşandı. 784 yılında Halife Mehdi zamanında Bağdat ve Basra’da şiddetli bir öksürük salgını ve veba hastalığı görüldü. Salgını, Irak genelinde baş gösteren bir kıtlık izledi. Ertesi sene veba tekrar zuhur ederek birçok ölüme sebep oldu. 790 yılında hac farizasını ifa etmek için Mekke-i Mükerreme’ye giden Halife Harun Reşid şehirde veba olduğunu öğrenmiş, tedbirli davranarak şehre girmemiş, Arafat’ta vakfesini yapıp Müzdelife’ye, oradan da Mina’ya gitmiş, sonra Mekke-i Mükerreme’ye girerek tavaf ve sa‘yını yapıp şehirde durmayarak hemen ayrılmıştı.
872 yılında Bağdat, Samerra, Vâsıt ile diğer bazı şehirlerde büyük bir veba salgını baş göstermiş ve can kayıpları yaşanmıştı. 877 yılında Horasan ve Kumis’te şiddetli bir veba çıkıp halktan çok kimsenin ölümüne yol açmıştı. 901 yılında da Azerbaycan’da veba salgını yaşanmıştı. 911 yılında İran’da Fars bölgesinde meydana gelen veba salgınında 7 bin kişi hayatını kaybetmişti. 955 yılında Bağdat ve Rey’de, 958’de Bağdat’ta, 1047’de Irak ve Cezire’de, 1062’de Mısır ve Suriye’de muhtelif salgın hastalıklar çıkarak ölümlere yol açmıştı.
Osmanlı’da Bazı Salgınlar ve Alınan Tedbirler
1429 yılında Bursa’da büyük bir veba salgını baş gösterdi. Salgın yüzünden pek çok kişi vefat etti. Evliyanın büyüklerinden Emir Sultan, ulemanın önde geleni Şeyhülislam Molla Fenari, bu hastalığın tesiriyle göçtüler. Sultan İkinci Murad’ın yeğeni Orhan Çelebi ile kardeşleri Yusuf ve Mahmud Çelebiler yine bu salgında vefat ettiler. Devlet adamlarından Hacı İvaz Paşa ile İbrahim Paşa da bu salgın sebebiyle vefat edenler arasındadır.
Fatih Sultan Mehmed’in 1467-68 yıllarındaki Arnavutluk seferleri sırasında, Osmanlı ülkesinin takriben yarısını etkisi altına alan şiddetli bir veba hastalığı ortaya çıkmıştı. Hastalığın bugünkü Yunanistan topraklarının orta kesimlerinden (Tesalya’dan) başladığı kaydedilmektedir. Sahil kesimlerinde ve iç bölgelerde bulunan şehirlere yayıldıktan sonra Anadolu tarafına da sirayet etmiş, Çanakkale’den Bursa’ya geçip oradan Ankara’ya kadar yayılmış, öte taraftan Karadeniz sahillerini de istila ederek hemen her tarafta büyük can kayıplarına sebep olmuştu. Hastalık, nihayet payitaht İstanbul’u da vurmuştu.
Vebanın İstanbul’daki tahribatı çok şiddetli, ölümlerin miktarı ise tahminlerin çok üstünde idi. Öyle ki hastalıktan hayatını kaybedenlerin cesetlerini gömecek adam bulunamıyordu. Hastalığa tutulanların feryatları, kendi yakınlarına bile tesir etmiyor, yanlarına kimse yanaşamıyordu. Öldükleri zaman da cesetleri ortada kalıyordu. Hastalık, İstanbul’da en fazla sur içinde tesirli olmuştu. Şehrin yerli ve yabancı halkı, İstanbul’u terk ederek nakl-i mekân ettiler. Kalanlar da evlerinden dışarı çıkmıyorlardı. İstanbul, eski kalabalığını ve şenliğini kaybedip sanki bir matem havasına bürünmüştü.
Arnavutluk seferini tamamlayan Fatih Sultan Mehmed, hassa alayı ile İstanbul’a doğru hareket etmişti ki yolda, veba hastalığının Trakya ve Makedonya bölgeleriyle güzergâhtaki şehirleri ve hatta İstanbul’u istila ettiği haberini aldı. Bunun üzerine payitahta dönmekten vazgeçerek havası sağlam ve ılımlı olup hastalığın bulaşmadığı Balkan Dağları’na ve Sırbistan taraflarına yönelerek sonbahar mevsimini bu civarlarda geçirdi. Bu zaman zarfında İstanbul’dan her gün birbiri ardınca ulaklar gelerek padişahı payitahtın durumu hakkında bilgilendiriyorlardı. Kısa bir müddet sonra hastalığın her tarafta etkisini azaltmaya başladığı ve İstanbul’da da tamamen sona erdiği haber verildi. Padişah da kış mevsiminin başlarında İstanbul’a döndü (1468).
Görüldüğü gibi Fatih Sultan Mehmed Han, aynı Hazret-i Ömer (r.a.) gibi hastalığın hüküm sürdüğü yerlerden uzak durarak bir nevi karantina uygulamıştı. Hastalık tamamen ortadan kalktıktan sonra ancak başşehre dönmüştür. İstanbul’daki salgında da halkın, hasta olanlardan uzak durması, kiminin şehri terk etmesi, kimininse evlerinden dışarı çıkmamaları gibi uygulamalar, dikkat çekici tedbirlerdir.
Karantina Teşkilâtının Kurulması
Modern manada karantina uygulamasının yaygınlaşmasında ve karantina teşkilâtlarının kurulmasında büyük salgınlar etkili olmuştur. Bilhassa 19. yüzyılın karakteristik hastalığı olan kolera, sağlık teşkilâtlarının kurulmasını hızlandırmış, sağlık alanında milletlerarası iş birliği ve antlaşmalar yapılmasını sağlamıştır. Yüzyıllar boyu insanlığı dehşete düşüren büyük veba salgınlarının yerini 19. yüzyılda kolera pandemileri almıştır. Asya kolerası olarak adlandırılan ve Hindistan’dan çıkarak bütün dünyaya yayılan kolera, Osmanlı ülkesinde ve İstanbul’da da etkili olmuş, 1817, 1829, 1852, 1863, 1881 ve 1899 salgınları kitle hâlinde ölümlere yol açmıştır.
Osmanlı Devleti’nde ilk karantina uygulaması, 1831 yılındaki büyük kolera salgını sırasında olmuştur. Rusya’da ortaya çıkan hastalık üzerine İngiltere, Fransa ve Nemçe (Avusturya) sefaret tercümanları Rusya’dan Osmanlı limanlarına gelecek gemilere karantina tatbik edilmesini istediler. Bunun üzerine İstanbul’a gelen bütün gemiler, muhtelif limanlarda bekletilerek karantina uygulaması başlatılmış oldu.
Osmanlılarda karantina uygulaması, daha sistemli olarak 1835 yılında Çanakkale’de başladı. Akdeniz çevresini etkileyen kolera dolayısıyla Çanakkale’de karantina çadırları kuruldu, Marmara ve İstanbul’a gidecek gemiler, bir süre bekletildi. İstanbul dışında Bursa, Trabzon, Midilli, Siroz, Çanakkale gibi pek çok yerde karantina noktaları kuruldu.
1860’lı yıllardan itibaren ülkenin belirli yerlerinde tam teşekküllü karantinahaneler yapılmaya başlandı. Bunlardan biri de 1865 yılında İzmir’in Urla ilçesi açıklarında bugün hâlâ Karantina Adası denilen Klazomen Adası’nda, Fransızlara inşa ettirilen tahaffuzhanedir. Hac yolcuları ve deniz yoluyla Osmanlı topraklarına giriş yapanların, kolera, veba, çiçek vb. salgın hastalıklardan arındırılmasında kullanılan bu tahaffuzhaneye, açıkta bekletilen gemilerden yolcular kayıklarla taşınır, çamaşırları 110 derece buharla kaynatılır, yolcular 15 gün yahut daha fazla tecrit odasında tutulur, süre sonunda sağlıklı olduğu anlaşılanların şehre alınmasına izin verilirdi. Klazomen Tahaffuzhanesi, 1950’lere kadar faaliyetini sürdürmüştür.
Kaynaklar: Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ, c. 5-6, Kanaat Kütübhanesi, İstanbul 1331; Adalet Timsali Hazret-i Ömeru’l Faruk, Çamlıca Basım Yayın, İstanbul 2014; Kritovulos, Târîh-i Sultan Mehmed Hân-ı Sânî, terc. Karolidi, TOEM İlavesi, İstanbul 1328; Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Camiü’d-düvel, neşr. Ahmed Ağırakça, İstanbul 1995; Selâhattin Tansel, Sultan II. Bâyezit’in Siyasî Hayatı, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2017; Osmanlı’da Salgın Hastalıklarla Mücadele, ed. İbrahim Başağaoğlu vd., Çamlıca Basım Yayın, İstanbul 2015; Gülden Sarıyıldız, “Karantina”, DİA, XXIV, 2001, s.463-465; Mustafa Güneş, Emeviler ve Abbasiler Döneminde Doğal Afetler ve Salgın Hastalıklar, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tokat 2018.
View Comments
Çok güzel istifade ettik yalnız adreslere gönderilen dergiler bazen yedi kıta yerine insan ve hayat .insan ve hayat yerine yedi kıta gönderiliyor buna biraz daha hassasiyet gösterirsek daha güzel olur düşüncesindeyim