Eyvan, İslâm mimarîsinin güzel unsurlarından biridir. Aslen Farsça bir kelime olan eyvan, Orta Farsçada “saray” manasına gelir. Dilimizde de eyvan şeklinde kullanılan bu kelime, Arapçaya “livan” şekliyle geçmiştir. Zaman içerisinde “büyük kapı ve eşik” manasına bürünmüştür.
Eyvan, Orta Asya’da ve Ortadoğu’da cami ve medrese gibi dinî yapılarda; saray ve han gibi kamu yapılarında çokça kullanılan bir mimarî unsurdur. Genellikle binaların merkezî bir yerinde bulunan eyvanın üç tarafı kapalı, bir tarafı açıktır. Üst kısmı tonoz biçiminde örtülüdür. Genişçe bir gölgelik alan sağlayan eyvan, ekseriyetle sıcak iklimlerde tercih edilmiştir.
Camilerin büyük avlularında genellikle kıble tarafında bulunur. Dev bir mihrabı andıran eyvanlar, usta sanatkârlar tarafından süslenir.
Eyvan her hâliyle kullanışlı bir alandır. Mescidlerde eyvan, avluya girenlere kıbleyi göstermek için kullanılır. Medreselerde ise açık hava dersliği mahiyetindedir. Bimarhanelerde yarı açık bir tedavi alanı olarak kullanıldığı görülür. Saraylarda, hükümdarın açık havada tahtını kurup elçileri karşılayacağı, merasimleri seyredeceği bir alandır.
Hem kullanışlı olması hem de yapılara âbidevî bir görünüm sağlaması sebebiyle neredeyse tüm İslâm devletlerinde eyvan kullanılmıştır. Fikir olarak Asurlulara ait olduğu düşünülen eyvan, Sasaniler, Abbasîler, Emevîler, Farslar, Hintliler, Orta Asya Türk devletleri, Selçuklularda yaygın şekilde görülür.
Selçuklularla birlikte Anadolu’ya gelen eyvan, bu topraklarda cami mimarîsinde çok nadir görülür. Anadolu’da eyvan daha çok medrese, han ve kervansaraylarda yaygındır. Konya’da Sırçalı Medrese’nin ana eyvanı, güzel bir numunedir. Sivas’taki Gökmedrese ve Burûciye Medresesi’nde de çok güzel eyvanlar görülmektedir.
Sonraki yıllarda Osmanlı, eyvanı değiştirmiş ve üstü kubbeli gölgelik alanlar inşa etmiştir. Böyle bakınca eyvan, Osmanlı öncesi devrin bir mirasıdır.
Eyvan, geniş İslâm coğrafyasında taşlara şiirler kazıyan zarif sanatkârların, zevk-i selim sahibi mimarlarının emeği olarak her yerde karşımıza çıkan bir güzelliktir.
Hıdâne, Arapça bir kelimedir ve lügatte; “Bir şeyi yanına almak, kucağına almak, beslemek” manasına gelir. Istılahta ise çocuğun yetiştirilmesine dair meseleleri ifade eder.
İslâm hukuku, dünyaya gelen çocuğun yetiştirilmesi hakkında oldukça teferruatlı hükümler ortaya koymuştur. Modern dünyanın, 20. yüzyılda ancak akıl ettiği yüzlerce durumu, güzel dinimiz asırlar önce düşünmüş, hükümlerle örmüş, uygulamalarla zenginleştirmiş ve içtihatlarla derinleştirmiştir.
Bir çocuk doğduğunda onun beslenme, sağlık, terbiye gibi aslî ihtiyaçlarını karşılamak anne ve babanın esas vazifesidir. Anne baba bir aradayken, genellikle bu konuda ihtilaf yaşanmaz. Zira Allahü Teâlâ, çocuğu, anne ve babaya ikram ettiği tabiî bir muhabbetle koruma altına almıştır.
Ne var ki evlilik kötü gider de boşanma vaki olursa şartlar değişir. Bu durumda çocuğun yetiştirilmesi kime ait olmalıdır? Bizzat Fahr-i Kâinat Efendimiz’den (s.a.v.) itibaren bu konuda ortaya koyulan hükümlere genel olarak “hıdâne” denir.
Hıdâne işini üstlenen kişiye “hâdıne” denir. Hıdânede aslolan çocuğun menfaatidir. Bu sebeple fakihler, hıdanenin anne baba için bir hak mı yoksa mesuliyet mi olduğunu bile uzun yıllar tartışmıştır. Hıdâne, çocuğun menfaatinin gözetildiği bir iş ise bu, mesuliyettir. Oysa anne babada var olan tabiî sevgiye bakarsak, hıdânenin bir hak olarak değerlendirilmesi gerekir… Bu müzakereler, bugün “Çocuk Hakları” diye ahkâm kesenlerden asırlar önce Müslüman âlimler arasında yapılıyordu.
Boşanma vaki olduğunda İslâm hukuku genellikle çocuğun velayetini babaya, hıdânesini ise anneye verir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir boşanma hadisesinde böyle hüküm vermiştir. Takip eden yıllar içerisinde de her dava kendi içinde değerlendirilse de genel olarak bu yönde kararlar verilmiştir.
Hıdâne, annenin babaya göre daha baskın olan şefkat ve merhamet fıtratına bakılarak annede bırakılmıştır. Fakat baba da tamamen mesuliyetten düşmemiştir. Hıdâne annede ise velayet de babadadır. Çocuk büyüyüp kendi kararlarını salimen ifade ettiği zaman da, anne veya babadan hangisiyle birlikte olacağını tercih edebilmektedir.
İslâm, evlat yetiştirme mesuliyetini daima taraflar arasında pay etmiştir. Eğer anne yoksa, hıdâne hakkı anneannede yahut teyzede olur. Aynı şekilde baba yoksa, velayet hakkı dede yahut amcada bulunur.
Hıdâne, detayları buraya sığmayacak kadar geniş; iyi incelenmesi gereken bir durumdur. Ve bugün çağları kucakladığını iddia eden modern hukuktan çok daha zarif, derin, iyi düşünülmüş bir müessesedir.
Birinci Dünya Savaşı, insanlık tarihinin gördüğü en kanlı savaşlardan birisiydi. Osmanlı Devleti’ni parçalama savaşı da…
Panoramik gösterimin mucidi ve patent sahibi Robert Barker ile küçüklüğünden beri panorama resimleri yapan oğlu…
Bundan 32 yıl önce, Sinop’un balıkçı kasabası Gerze’yi, sevimli bir misafir ziyaret etmişti. Kendini çok…
Türk kahvesi, sadece lezzetli bir içecek olmanın ötesinde, 500 yıl aşkın bir geçmişe sahip, köklü…
Salih kimselerin sohbetinde bulunmanın ve onlarla hemhâl olmanın, gönüllere ferahlık ve huzur verdiği, defaatle söylenmiştir.…
Osmanlı Devleti'nin bu kıymetli okulu Enderun'u infografik formatında sizlerle!