Osmanlı Devleti, bir taraftan dünyayı kasıp kavuran salgın hastalıklarla uğraşırken, öte yandan Avrupalı devletlerin siyasî çıkarlarıyla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Özellikle gayrimüslimlerin girmesi yasak olan mukaddes beldelerde yaşanan salgınları, beynelmilel sağlık konferanslarına taşıyan “Büyük Güçler”, Osmanlı’nın içişlerine müdahaleye varacak kadar ileri gitmişlerdi…
İnsanlığı tehdit eden salgın hastalıklar ve bunlara karşı alınan tedbirler, tarihin en eski devirlerinden beri insanları ilgilendiren önemli bir konu olmuştur. Başlangıçta salgın hastalıklarla mücadele, zamanın şartlarına bağlı olarak yapılmıştır. Bilim ve teknolojideki gelişmeler, zamanla karantina tedbirlerinin de gelişmesini sağlamıştır.
15. yüzyıldan itibaren Avrupa’da uygulanmaya başlanan ve Batılıların “karantina” tabir ettikleri, hastaların ve hastalık zuhur eden bölgenin tecrid edilmesi usulü, bilhassa 19. yüzyılda belirgin bir kurumsal yapıya kavuşmuştur. Bizde karantina usulü, 1838 yılında Karantina Meclisi’nin teşkil edilmesiyle kurumlaşmıştır. Ancak bu usulün yürütülmesi için yeterli sayıda yetişmiş elemanın olmayışı, Osmanlı Devleti’ni Batılılarla, özellikle de Avusturya ile iş birliği yapmaya mecbur etmişti.
Osmanlı liman ve sahillerinin sıhhî muhafazası için birinci derecede sorumlu olan bu müessese, kurulmasından kısa bir zaman sonra yabancı devletlerin İstanbul’daki sefirlerinin tayin ettikleri vekillerin Karantina Meclisi’ne dâhil edilmeleri sebebiyle karma bir heyete ve zamanla bir “sıhhiye kapitülasyonu”na dönüşmüştür. Böylece, devletin en uç noktalarına ulaşan karantina teşkilâtında yer alan sefir vekilleri kanalıyla Batılı devletler, Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmaya çalışmışlardır.
Hicaz… Hedefteki Bölge
Bu teşkilât içerisinde Hicaz karantinasının mühim ve hususi bir yeri vardır. Zira sıhhiye kapitülasyonlarına dönüşen karantina teşkilâtı sayesinde, bütün Osmanlı liman ve sularındaki her türlü denizcilik faaliyetlerine müdahale için kapı aralanmış oldu.
Nitekim Batılılar, hacıların ve Hicaz’ın sıhhî durumunu, daha doğrusu Hicaz’da görülen kolera salgınlarını, bölgeye nüfuz edebilmek için bir vasıta olarak kullanmışlardır. Bilhassa salgınların şiddetli olduğu zamanlarda meseleyi, milletlerarası platformda canlı tutmaya gayret etmişler ve her defasında Hicaz’a müdahale imkânı aramışlardır. Aslında bu politikalarında Avrupalılar, iddia ettikleri gibi sadece insanî kaygıları değil, siyasî nüfuz ve ekonomik çıkarlarını da ön planda tutmuşlardır.
1839 yılında İngiltere’nin Aden’e (Yemen) yerleşmesi, diğer Avrupa devletlerini ciddi manada endişelendirmişti. Zira bundan böyle haccın kontrolü yanında, oluşturduğu ticarî faaliyetler de bütünüyle İngiltere’nin eline geçebilirdi. Hâlbuki bu tarihlere kadar Hicaz tamamen Osmanlı hâkimiyetindeydi ve hac ibadetinin birleştirici, bütünleştirici tarafı yani dinî vasfı, sınırlı hacı sayısından dolayı, Batılılar tarafından pek önemsenen bir konu olmamıştı.
Bilindiği gibi her yıl yapılan hac ibadeti, beraberinde çok canlı bir ticarî faaliyet de getiriyordu. Başta Mekke-i Mükerreme olmak üzere ithal mallar için açık bir pazar olan Hicaz, ticaretini genellikle İngiliz ve Flemenk(Hollanda) sömürgeleri ile yapmaktaydı. Dolayısıyla, hac ticareti İngiliz ve Flemenklilerin menfaatlerine hizmet ettiği için, bu ülkeler memnundular. Ancak, Kuzey Afrika’da büyük bir Müslüman kitlesinin yaşadığı Cezayir’in tamamını kendi topraklarına katmış olan Fransa’nın bu pazarda hiçbir şekilde yer alamamış olması, Fransa’nın başta İngiltere ve Flemenk olmak üzere Hicaz ile ticaret yapan ülkelerle siyasî rekabete girmesine yol açmıştı. Bu arada Süveyş Kanalı’nın açılması (1869), bölgenin önemini daha da artırdığı gibi, Batılı devletlerin aralarındaki mücadeleyi de bir hayli yoğunlaştırmıştı. Süveyş Kanalı’nın açılması, ulaşım imkânlarının artması ve buharlı gemilerin devreye girerek hac için Hicaz ile ülkeler arasında özel hac seferlerinin düzenlenmesi, hacı sayısında önemli bir artışa vesile olmuştur. Bu ise Hicaz ve havalisini önemli bir ticaret merkezi hâline getirmiş, aynı zamanda bölge üzerinde siyasî ve ekonomik çıkarları olan Batılı devletlerin dikkatlerini, daha fazla çekmeye başlamıştır. Böylece 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bölgenin ön planda olan dinî vasfına bir de ekonomik vasfı eklenmiş oluyordu.
Karantina Bahane…
Sultan İkinci Mahmud devrinde, diğer pek çok sahada olduğu gibi sağlık eğitimi ve hizmetleri konusunda da teşkilâtlanmaya gidilmiş, Tıphâne-i Âmire ve Cerrahhâne kurulmuştu.
1838 yılında Sultan İkinci Mahmud’un emriyle Meclis-i Tahaffuz adı altında Karantina Nezareti kuruldu. Zaman içerisinde bu meclis uluslararası bir nitelik kazanarak, bilhassa Doğu’dan (özellikle Hindistan) gelebilecek salgın hastalıkların Avrupa’ya geçişini önleyen çok önemli bir kuruluş hâlini aldı. Aynı zamanda politik bir araca dönüşerek, hem Batılı büyük güçlerin çıkar mücadelelerinde birbirlerine karşı kullandıkları hem de Osmanlı Devleti’ne hükmedebilmek amacıyla ellerinde tutmaya çalıştıkları sıhhiye kapitülasyonuna dönüştü.
Karantina Meclisi’nde istihdam edilmek üzere Viyana’dan uzmanlar getirildi ve tıbbî işlerin direktörlüğü Avusturyalı Dr. Minas’a verildi. Dr. Minas, padişahın emriyle hazırladığı raporda, vebanın önüne geçilmesinin ve ilgili yönetmeliklerin hazırlanmasının ancak, tıpta yeni bilgilerle yetiştirilmiş hekimlerin çalışmalarıyla mümkün olacağını ifade ediyor, Avrupa devletlerinde olduğu gibi birkaç doktordan meydana gelen daimî bir meclisin teşkilini istiyordu.
Bu isteğin ardından, tamamen iyi niyetlerle bazı Avrupalı hekimler de meclise alındılar. Ancak çok geçmeden, mecliste nitelik olarak daha önemli bir değişiklik yapılacak, Avrupalı devletlerin temsilcileri meclise dâhil edilecekti.
Sefir vekillerinin teşkilâta alınmalarındaki maksat, daha ziyade yabancılara yönelik ticarî faaliyetlerde kolaylık sağlamak, Avrupalıların karantina tatbikatına yaptıkları sürekli itirazları önlemek idi. Sefirler tarafından kendilerine vekil olarak seçilecek temsilciler, meclisteki müzâkerelere katılacaklar, aynı zamanda kararların alınmasında oy hakkına da sahip olacaklardı.
Böylece Osmanlı Devleti’nin bir teşkilâtı olarak kurulan Sıhhiye Meclisi yani Karantina Meclisi, teşkilinden kısa bir zaman sonra “muhtelit (karma)” bir kuruluş hâline gelmiştir. Osmanlı Devleti’nin kıyı ve limanları ile Osmanlı sularında yapılan ticaret ve denizcilik faaliyetlerinin sıhhî durumu, bu teşkilâtın kontrolü altına girmiştir. Bu suretle Avrupalı güçlere, Osmanlı’ya doğrudan müdahalede son derece açık bir kapı bırakılmıştır. Sonuçta, bu durum çok iyi niyetlerle ve birçok faydalar sağlayacağı umuduyla oluşturulan teşkilâtın tam bir kapitülasyona dönüşmesine sebep olmuştur.
Sıhhiye Kapitülasyonları
Sağlanmış olan geniş serbestliğe rağmen, Avrupalı güçlerin sıhhî bakımdan doğrudan müdahale imkânı bulamadıkları bir bölge vardı ki, o da Hıristiyanların girmelerinin yasak olduğu mukaddes İslâm toprakları Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere şehirleriydi. Bu yasağa rağmen Büyük Güçler, bu bölgeye nüfuz edebilecek bir vasıta olarak haccı, daha doğrusu hacıların sağlık ve güvenlik sorunlarını -bilhassa kolera salgınlarının sık ve şiddetli olduğu zamanlarda- öne sürerek meseleyi bu merkezde odaklaştırmışlardır. Yani, hacıların ve Hicaz’ın sıhhî durumunu, oraya müdahaleyi mümkün kılacak unsurlar olarak değerlendirmişlerdir.
Salgın hastalık tehlikesini muhtelif vesileler ve neşriyat yoluyla milletlerarası politika alanında işleyerek “Hicaz’a sağlık hizmetleri” kanalı ile de olsa doğrudan müdahale imkânlarını kazanmaya çalışmışlardır. Bu tür girişimlerine bir başlangıç oluşturabilmek maksadıyla milletlerarası sağlık konferanslarında bazı kararlar almışlardır. Hicaz’ın sağlık durumunun konu edildiği milletlerarası ilk sıhhiye konferansı, 1866 yılında tertip edilen İstanbul Sıhhiye Konferansı’dır.
1893 senesindeki büyük kolera salgını, Osmanlı Devleti’nin Hicaz’ın sağlık işlerine bakmadığı ve ihmal ettiği gerekçesiyle Osmanlı Devleti’nin Avrupalı devletlerce suçlanması, bu ortamdan yararlanılarak hac hareketinin kontrol altında tutulması ve Hicaz’ın sağlık işlerine müdahale eden milletlerarası sağlık konferanslarının tertiplenmesi sonucunu doğurmuştur. Bu tür zararlı gelişmeler ve büyük salgınlar üzerine Osmanlı Devleti de hem Hicaz’a dış müdahaleyi ve salgınları önleyebilmek hem de hacıların sıhhat ve güvenliklerini temin edebilmek gayesiyle Hicaz Sıhhiye Teşkilâtı’nı kurma yoluna gidecektir.
Oynanacak Rol: “Tedbirlerin Uygulatıcılığı”
Hac mevsimlerinde zaman zaman arka arkaya gelen kolera dalgaları üzerine, koleraya sebep olan esas noktalar dikkate alınmadan Avrupa kamuoyunda, Mekke-i Mükerreme’nin koleranın kaynağı olduğuna dair suni fikirler oluşturulmaya çalışılıyordu. Şüphesiz ki, toplu olarak yapılan hac ibadetinin ifa edildiği mukaddes topraklardaki yetersiz çevre ve sağlık şartları, aşırı kalabalık, yetersiz beslenme ve değişik iklimlerden gelen on binlerce insanın farklı duyarlılığı, insan sağlığı açısından birtakım olumsuzluklara yol açmaktaydı.
Ancak, bu durum kesinlikle Mekke-i Mükerreme’nin koleranın kaynağı olduğu veya olması gerektiği anlamına gelmiyordu. Hastalığın yalnızca hac mevsimlerinde görülmesi ve şiddet kazanması ise kolera mikrobunun yatağının Mekke-i Mükerreme’de olmadığını, dışarıdan getirildiğini açıkça gösteriyordu. Zaten hastalığın asıl membaının Hindistan olduğu ve koleranın orada “beledî/yerel” bir nitelik taşıdığı ilmî olarak ve milletlerarası sıhhiye konferanslarında da ispatlanmıştı. Bu gerçeğe rağmen tartışmayı politik bir zemine çekmek isteyen Büyük Güçler, koleranın başlıca sebebinin hac olduğuna dair iddialarını sürdürmekten geri durmamışlardır.
Birbiri ardına gelen kolera salgınlarını ve sebep olduğu olumsuz şartları yok etmek, hacıların her türlü refah ve güvenliklerini sağlamak için Osmanlı hükümeti, büyük fedakârlıklar yaparak karantinaları ıslah çabası içindeyken; Avrupalı güçler de meseleyi sürekli canlı tutarak, düzenledikleri sıhhiye konferansları ile “tedbirlerin uygulatıcısı rolünde”, Hicaz ve havalisi üzerinde nüfuz kazanma çabalarını sürdürmüşlerdir.
İstihbarat Alamayınca…
19. asrın son çeyreğinde, daha önce limanlarda kurulmuş olan karantinalarda vergi alındığı için, denizyoluyla hacca gelenlerin sayıları ve durumları, Avrupa devletleri tarafından yakından takip edilebiliyordu. Ancak Avrupa, karayolundan gelen hac kafilelerini istediği gibi izleyemiyordu. Üstelik hac zamanlarında, daha çok da hac yolu (Tarik-i Sultanî) üzerindeki Şam şehrinde tam bir kültür alışverişi oluyordu. Bu durum, Sultan İkinci Abdülhamid’in İslâm Birliği politikasını canlı tutarken bu dönemde Hicaz’ın stratejik ve siyasî önemi daha da artıyordu. Avrupalı devletler ise İslâmî dayanışmanın ve fikirlerin kaynaklandığı önemli merkezler olan Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere şehirlerinde doğrudan faaliyette bulunamıyorlardı.
Büyük Güçler’in maksatlarına ulaşmaları yani, Hicaz’a fiilî müdahalede bulunabilmeleri için hac zamanlarında görülen salgın hastalıklar ve bu dönemlerde ortaya çıkan olağanüstü şartların doğurduğu ortam, iyi bir fırsat olabilirdi. Zaten böyle zamanlarda Mekke şehrinin Hindistan gibi koleranın kaynağı olduğu ısrarla Avrupa basınında ileri sürülüyordu. Yine aynı basında, Avrupa devletlerinin hacca giden tebaalarını korumak için Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye karma tıp heyetleri adı altında teftiş komisyonları göndermeleri gerektiği de sık sık vurgulanmaktaydı.
Bazı Avrupa devletleri de yine gazeteler vasıtasıyla Kızıldeniz girişindeki Kamaran karantinasından başka, çöllerden Mekke-i Mükerreme’ye giren Asîrli ve Bağdatlı hacı kafilelerinin kolerayı buraya taşıdıklarını, sıhhiye memurlarının da vazifelerini yapmadıklarını şiddetle savunuyorlardı. Bu sebeple denizyolu hacı nakliyatı gibi karayolu hac ulaşımının da Mekke’nin koleradan korunması bakımından Avrupalıların kontrolünde olması gerektiğini söylüyorlardı. Fakat Hıristiyanların Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye girişlerinin yasak olması, arzulanan denetimin gerçekleşmesini engelliyordu. Bu engelin aşılması, ancak kendi tebaaları olan Müslüman tabiplerden teşkil edilecek “Heyet-i Tıbbiye-i Muhtelite (Karma Tıp Heyeti)” ile mümkün olabilirdi. Bu fikrin sahibi, Fransa’nın Cidde konsolosu görünüyordu. Cidde’deki Avrupalı konsoloslar, zaten hacı kafileleri gelmeye başlar başlamaz kendi tebaalarından olan hacıları yakından takip etmekteydiler.
Gerekçe: Sağlık, Gerçek: Müdahale
Koleranın asıl kaynağının Hindistan olduğu bilinmesine rağmen, Avrupalı güçler, bazı siyasî ve ticarî amaçlar uğruna Mekke’nin hastalık membaı olduğu fikrinde ısrar ederek, sözde tebaalarını ölüm ve hastalıktan korumak için bazı tedbirler almışlardır. Bu tedbirlerden birisi de Müslümanların haccca gitmelerini yasaklamak olmuştur. Salgın hastalık gerekçeleriyle Müslümanların Hicaz’a gitmelerini men etmeleri, umumî sağlığın muhafazası kadar siyasî sebeplere de dayanıyordu.
Müslümanların Hicaz’a giderek hacı olmalarının yasaklanması hususunda o kadar ileri gidilmiştir ki, hastalık olmasa da çıkabilir gerekçesiyle bile yasak konulmuştur. 1889 yılında Asîr’de kıtlık görüldüğü zaman, Fransa’nın Cidde konsolosu İstanbul’daki sefirine konu ile ilgili bir rapor göndermiştir. Sıhhiye Meclisi’nde Fransız temsilci tarafından okunan raporda; konsolos, kıtlıktan dolayı Asîr’de vebanın zuhurunun muhtemel olduğunu, Mina’da hac zamanı kesilen kurbanların çoğunlukla Asîr’den getirildiğini, Asîr ahalisinin Mekke’de hacılarla sürekli temas hâlinde olduğunu, veba veya humma gibi ağır bir illetin çıkabileceğini belirterek, ihtiyat tedbiri olarak Tunus ve Cezayir taraflarından hiç kimsenin Hicaz’a gönderilmemesini istemiştir.
Sıhhiye Meclisi’ndeki Fransız temsilci, Fransa hükümetinin kendi vatandaşı olan hacılar hakkında şu kararı aldığını açıklamıştı: “Sıhhiye masraflarına karşılık olmak üzere kefalet suretiyle 1200 Frank ödeme kudretine sahip olmayan hiç kimse hac için Hicaz’a hareket edemez.” Burada şu hususu belirtmek gerekir ki, Tunus ve Cezayirliler Malikî mezhebindendirler ve çoğunlukla da yoksul kimselerdir. Bu mezhepte bedenen sağlıklı olmak, hac ibadetini ifa için yeterli olup, malî bakımdan zayıf olmak hac farizasının ifası için bir engel teşkil etmez. Buna rağmen Fransa hükümetinin koymuş olduğu ön şart ile dolaylı yoldan Tunus ve Cezayirlilerin hac yapmalarını engellemeye çalıştığı anlaşılmaktadır.
1898 Mart’ında Hindistan’da vebanın şiddetini artırması üzerine Fransa, Tunus ve Cezayir’den; Avusturya, Bosna’dan hacca gidişi yasaklarken, Mısır idaresinin de aynı şekilde Mısır’dan hacca gidişi men eden zecrî bir karar aldığı, Ahmed Muhtar Paşa tarafından bildirilmişti.
Vebanın Hicaz’a bulaştırılmasına fırsat verildiği takdirde; Hicaz’ın iyi bir şekilde idare edilmediğine dair birtakım kasıtlı saldırı ve asılsız eleştirilerle Osmanlı Devleti’nin sorumlu tutulacağı, Avrupalılar arasında koleradan korunmak mümkün ise de vebadan kurtulmanın mümkün olmadığı gibi bir fikrin hâkim olduğu, bundan istifade ile umumun menfaati ve selameti için Avrupa’nın “kendilerini korumak” gerekçesiyle müdahalesinin mümkün olabileceği ihtimali üzerinde Osmanlı hükümeti ehemmiyetle duruyordu. Meselenin politik bir zemine kaymasına fırsat vermek istemeyen Sultan İkinci Abdülhamid, sıhhiye nâzırının konağında bir toplantı yapılmasını, toplantıya sefirlerin de davet edilmesini, hastalık Hicaz’a sirayet eder ise Osmanlı hükümetinin sorumluluk kabul etmeyeceğini, sorumluluğun “menşe’-i maraz (hastalığın menşei)” olan memleketi idare eden hükümete (İngiliz hükümeti) ait olduğunu hükümetlerine ve hükümetlerinin görüşlerinin de Bâb-ı Âli’ye bildirilmesi hususunun bütün insanlığın menfaati adına, sefirlerden talep edilmesini emretmiştir. Ancak, bütün bunlara rağmen vebanın Cidde’ye sirayetine engel olunamamıştır.
Avrupalı devletler, Müslüman tebaalarına haccı men etmekten başka, Hicaz’a ve hacılara değişik bir müdahale yöntemi olarak, tahaffuzhaneleri teftişe yönelmişler ve Osmanlı karantinalarında kendilerine tâbi olan hacılara nezaret etmek istemişlerdir.
Netice itibariyle Batılılar, bölge üzerinde nüfuz kazanmak maksadıyla Hicaz karantinası ile yakından ilgilenmişler ve dünyanın çeşitli yerlerinde görülen kolera gibi salgın hastalıkların çıkış noktası olarak Hicaz’ı göstermeye çalışarak, Hicaz üzerinde yoğun bir nüfuz mücadelesine girişmişlerdir. Bu maksatla meseleyi sürekli olarak milletlerarası politikaya çekmek isteyen Büyük Güçler ile Osmanlı Devleti, tüm gayretiyle mücadele ederek kutsal toprakları muhafazaya çalışmıştır.
Kaynak: Gülden Sarıyıldız, Hicaz Karantina Teşkilâtı (1865-1914), Ankara 1996.
Daha fazla bilgi için Osmanlı’da Salgın Hastalıklarla Mücadele kitabını inceleyebilirsiniz.