İçindekiler
İslâm’ın mukaddes mekânlarının nezafetine her devirde ehemmiyet gösterilmiş, mübarek mekânların süpürülmesi ve temiz tutulması hizmeti, ferâşet kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu mukaddes vazife, sahabe-i kiram efendilerimiz tarafından da sürdürülmüştür. Selçuklular zamanında sistematik hâle getirilen Ferâşet-i Şerife hizmetine, Osmanlılar devrinde gösterilen hürmet, muazzam bir seviyeye çıkmıştır. Peygamberimiz’in Hücre-i Saadet’inin tozları, kıymetli kuşların tüyleriyle alınır ve bu tüyler, teberrüken padişaha gönderilirdi. Padişahlar, bu tüyleri sarıklarındaki sorguçlara iliştirir, Hicaz hizmetkârlığının şerefine başlarının üstünde iftiharla gezdirirlerdi…
Ferâşet, Arapça bir kelime olup sermek, döşemek, süpürmek manalarına gelir. Osmanlı terimlerinde ferrâş; vakıf eserlerini temizleyip süpürenlere denmektedir. En özel hâliyle bu tabir; Haremeyn-i Şerifeyn’i yani Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’deki mukaddes yerleri temizleyen hizmetliler olarak kullanılır. Kâbe-i Muazzama ve Peygamberimiz’in Hücre-i Saadet’i başta olmak üzere mübarek mekânların süpürülmesi ve temiz tutulması tam olarak da ferâşet kelimesinin karşılığıdır aslında.
İnanan her Müslümanın nezdinde zikrettiğimiz bu yerler, her daim mukaddes sayıldığından buraların temizlik hizmeti de muhterem bilinmiş ve zamanla “ferâşet” kelimesine bir de “şerife” kelimesi eklenerek “Ferâşet-i Şerife” denilmiştir. Hicaz’da ferâşet hizmeti, daha Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hâli hayatlarındayken başlamıştır. Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) başta olmak üzere bu mukaddes vazife, sahabe-i kiram efendilerimiz tarafından da yapılmıştır. Mekke-i Mükerreme’nin fethedildiği gün Peygamber Efendimiz (s.a.v.), putlardan temizleyerek manevî kirlerden arındırdığı Kâbe-i Muazzama’yı, ayrıca gül suyu ve zemzem-i şerifle yıkamak suretiyle maddeten de temizlemiştir. İslâm tarihinde mukaddes mekânların temizliği, her asır ve her devirde kıymetli sayılmış, manevî ehemmiyeti sebebiyle itina gösterilmiştir.
Hicaz’da sistematik olarak ferâşet hizmetini kuran, Suriye Selçuklu atabeyi Nureddin Zengi’dir. Gördüğü bir rüya üzerine askerî birliğiyle Medine-i Münevvere’ye gelen Nureddin Bey, yaptığı incelemelerde Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek bedeninin gizlice kaçırılmak üzere olduğunu fark etti. Aslen papaz olan suçlular, tespit edilip hak ettikleri şekilde cezalandırıldı. Bu hadise neticesinde Nureddin Zengi, Medine-i Münevvere’den ayrılmadan bir sistemi de başlattı. Peygamberimiz’in mübarek türbesinin bakımı, temizliği ve korunması için on iki kişiden oluşan birliği kurdu ve başlarına da Harem Ağası denilen birini tayin etti. Selahaddin Eyyubî zamanında kendine has kaideleri olan bu birlik, başlangıçta beyaz ağalardan meydana geliyorsa da zaman içerisinde Habeşistanlı ağalar bu şanlı vazifeyi icra eder oldular. Osmanlı devrinde, sarayda yetişmiş ve yaşı ilerlemiş harem ağaları, bu değerli vazifeyi yürütüyorlardı. Padişah yanında terbiye görmüş, saray teamüllerini en iyi bilen, Osmanlı’nın yetiştirdiği en kibar ve en dindar insanları olan ağalar, başta Hücre-i Saadet olmak üzere Mescid-i Nebevî’nin tüm işlerini görüyorlardı. Bugün Eyüp Sultan Camii’nin ana kapısından içeri girdiğimizde, sol tarafta kalan pencerede görülen kabir sandukası, Hacı Beşir Ağa’ya aittir ki o, Hicaz’da uzun yıllar bu vazifeyi yapmış bir harem ağasıdır.
Medine-i Münevvere’deki Peygamber Efendimiz’in mescidinin temizliği denilince, evvela süpürme işi gelir. Zira temizlikte yapılacak ilk şey, süpürmek ve göze hoş gelmeyeni kaldırmaktır. Bu hizmet, o denli şerefli ve değerli bir vazifedir ki zaman içerisinde kendine has bir teamülü de ortaya çıkarmıştı. Çok ilginçtir ki Mescid-i Nebevî’nin süpürülmesi ve temizliği, doğrudan padişaha ve onun icazet verdiği kimselere aitti. Başta padişah olmak üzere, valide sultan, şehzadeler, hanım sultanlar, padişah kızları, saraylılar, şeyhülislam, paşalar, Kubbealtı vezirleri, Kırım hanları ve padişahın takdirini kazanmış olanlar, Resûlüllah Efendimiz’in yüce makamını süpürtebiliyorlardı. Bu saydığımız insanların büyük bir kısmı İstanbul’da, az bir bölümü de eyaletlerde ikamet ediyorlardı. Padişah; kıymeti asla ölçülemeyecek bu hizmeti, birine verdiğinde o kişiye “Ferâşet-i Şerife Beratı” hazırlanıyor, bunların takibi de padişahın Hicaz hizmetlerindeki vekili olan “Şeyhü’l-Harem” tarafından yapılıyordu.
Ferâşet hizmetini yürütenler, kendi adlarına “ferâşet vekili” denilen birini ya Mescid-i Nebevî’ye gönderiyor ya da Haremeyn’de oturan birini bu iş için vazifelendiriyorlardı. Ferâşet vekilleri; dini bütün, takva sahibi, güzel ahlâklı, ihlaslı, tertip ve düzen konusunda hassas kişilerden seçilirdi. Vekil efendiler, aksi bir durum olmadığı müddetçe hayatlarınınsonuna kadar bu şerefli vazifeyi ifa ederlerdi. Hatta vefat eden Medine ferrâşları, Cennetü’l-Baki’de ferrâşlara ayrılan kısma defnedilirlerdi. Mukaddes beldelerde iskân edememiş olanlar, kendi vekilleri sayesinde mukaddes makamların temizliğinde bulunurlardı. “Mübarek toprakların temizlikçisi olsam, oraların hizmetinde bulunsam…” diye aşkla yanan nice gönül erbabı, tesis edilen sistemle bu sevaptan hissedâr olurlardı. Ferâşet-i Şerife sahibi olanlar, kendileri için Haremeyn’de bir hizmet görülmesinin haklı sevincini yaşarlardı. İstanbul’dan her yıl hac öncesi yola çıkan Surre alaylarıyla ferâşet vekillerine yıllık hediyeleri nakit olarak yollanır ve bunların konulduğu çantalara “ferâşet çantası” denilirdi. Deriden imal edilen bu çantalara ayrıca teberrüken hediyeler de konulurdu. Uzun ve çetin yol şartlarına dayanıklı olarak üretilen ferâşet çantaları, İslâm kültür ve medeniyetinin bir tezahürü olarak ortaya çıkmıştı. Mukaddes beldelere ihtiram ve ihtimamın bir göstergesi olan çantalar, uzun yıllar ecdadımız tarafından mekik dokumuştu, Osmanlı başkentiyle Hicaz arasında. Bir yüzüne gönderenin, diğer yüzüne ise alıcının ismi yazılırdı. Ferâşet çantaları ile Surre çantaları aynı şekilde, aynı yere gitseler de farklı maksatla gönderilen iki ayrıçantadır. Bu ikisi birçok araştırmacı tarafından karıştırılmış ve yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermiştir. Ferâşet sahiplerinin, vekillerine gönderdikleri hediye ve maaşlar ferâşet çantasına konulurken, Hicaz’da yaşayan ihtiyaç sahiplerine ulaştırılan hediyeler ise Surre keselerine ya da Surre çantalarına yerleştirilirdi.
Ferâşet çantaları, bir gönül köprüsüydü âdeta. Ferrâşlar, vekillerine çantalarda sadece hak edişlerini yollamazlardı ki… Mukaddes beldelerde yaşayan ve hizmet ortağı olan mücavir kardeşlerine bazen yediklerinden bazen de giydiklerinden gönderirlerdi. Maddî olarak ellerinde neleri var neleri yok paylaşırlardı Haremeyn ahalisiyle. Bu meşin çantalar, tek taraflı hediye taşımazdı elbette. Medine’den İstanbul’a dönüş başladı mı, bu kez ferâşet çantalarına manevî değeri yüksek hediyeler, özenle konulurdu. Hicaz’la özdeşleşmiş yedi hediye vardı ki ferâşet çantalarına bunları koymak âdettendi; hurma, zemzem, misvak, koku, kına, sürme, çörek otu…
Ferâşet-i Şerife, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden esinlenilerek 99 hisseye ayrılmış olup her bir hisse, 16 kırattan meydana geliyordu. Hepimizin bildiği üzere elmas ve mücevherlerin ağırlığı, kıratla ölçülür ki bu hizmetin ne denli değerli görüldüğünün bir göstergesidir. Hisselerin büyük çoğunluğu padişaha aitti ve bu üç hisse olup kırk sekiz kırata tekabül ediyordu. İki hisse yani yirmi dört kırat valide sultana verilirdi. Geriye kalanlar, padişahın belirlediği kişilere takdim edilirdi. Bazen bir kişiye tam hisse verilirken bazen de sadece yarım kırat veya çeyrek kırat verilirdi. 18. yüzyıl başlarında ferrâşların sayısı 500 iken, boşalan unvanlar için talep çok artınca, insanlardaki bu dinî gayreti geri çevirmemek için Sultan Üçüncü Mustafa zamanında sayı, 4000’e kadar çıkmıştır. İnsanların ferâşet pâyesini almak için birbiriyle yarıştığı bu şerefli vazifeye, “hizmet-i müstevcibü’l-mefharet” yani iftihar edilecek bir hizmet denilirdi. İkinci Abdülhamid Han devrinde (1901) İstanbul ile Galata, Üsküdar ve Eyüp kazalarından oluşan Bilâd-ı Selâse’den toplam 752 ferâşet çantası gönderilmiştir.
Padişah fermanı alarak imtiyaz sahibi olan ferrâşların isimleri, sahip oldukları hisse ve kıratları ile bu vazifenin başlangıç ve bitiş tarihleri, bir defterde tutulurdu. Ferâşet defterleri, sarayda Haremağaları tarafından tutulur ve sıkı takipleri yapılırdı. Önceleri, ferâşet hizmeti sadece Medine-i Münevvere için yapılsa da 03.12.1850 tarihinde Sultan Abdülmecid Han’ın iradesiyle Mekke-i Mükerreme için de ferâşet hizmeti başlatılmıştır. Sultan tarafından ihdas edilen Mekke ferâşetinin kuralları, Medine ferâşeti gibiydi. Ferâşet sahiplerini İstanbul’da dârü’ssaâde ağaları, ferâşet vekillerini de Medine’deki Şeyhü’l-Harem takip ederdi. Hicaz için son ferâşet beratı, 1914 yılında düzenlenmiştir.
Osmanlı devrinde Haremeyn-i Şerifeyn’in temizliğinde kullanılan eşyalar, mukaddes sayılır, şerefli mekânlarda hizmet ettikleri için onlara özel değer verilirdi. Zamanla eskiyen ve kullanılamaz hâle gelen bu objeler asla zayi edilmez, başta padişah olmak üzere hatırı sayılır kişilere arz edilmek üzere payitahta yollanırdı. Bir ömür mukaddes beldelerin tozuna toprağına hasret çekenler, bir nebze de olsa dindirirlerdi özlemlerini. Bu mukaddes eşyalar içerisinde en önemlisi, hiç şüphesiz ferrâşlar tarafından Harem-i Saadet’in temizliğinde kullanılan ve hurma yapraklarından yapılmış süpürgelerdi. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Medine’nin tozu, cüzzam hastalığına şifadır.” sözleri, tozları süpüren bu nesneleri daha da özel hâle getirmişti. Hususiyle İstanbul’a, padişahlara gelen bir hediye vardı ki Osmanlı sultanları, yeryüzündeki en nadide mücevherlerden daha değerli bilirlerdi bunu. Peygamberimiz’in türbesinin tozları, başta devekuşu tüyü olmak üzere kıymetli kuşların tüyleriyle alınır ve bu tüyler, her yıl Surre Alayı ile padişaha teberrüken gönderilirdi. Hicaz hizmetkârlığının şerefine, süpürgeciliğin sembolü olarak padişahlar, bu tüyleri sarıklarındaki sorguçlara iliştirir, başlarının üstünde iftiharla gezdirirlerdi. Bugün, Topkapı Sarayı Müzesihazine bölümünde sergilenen padişah sorguçlarına baktığımızda, zümrüt ve elmasların arasından çıkan tüylerin büyük çoğunluğunun uç kısımlarının aşınmış olduğunu görürüz. Ayrıca müze koleksiyonunda Haremeyn’den gelen teberrükât eşyaları arasında süpürgeler, toz bezleri, kürekler, süngerler, yelpazeler, kova ve maşrapalar da yer almaktadır. Bütün bunlar, ecdadımızın mukaddes beldelerin tozuna toprağına bile ne denli kıymet verdiğinin apaçık bir göstergesidir.
Mukaddes beldelerin temizliğine tarih boyunca kıymet verilmiş, buralara ayrı bir ihtimam gösterilmiştir. Mübarek makamların temizliği, vazifeliler tarafından usulüne uygun yapılır, bu konuda hassas davranılırdı. Şerefli mekânlarda kısa bir süre de olsa bulunarak, mukaddes yerlere temas etme devletine sahip olan tozlar, itina ile alınır, hususî kaplarda muhafaza edilirdi. Halk arasında “Gubâr-ı Şerif” (şerefli toz) diye bilinen Beytullah’ın ve Ravza-i Mutahhara’nın tozları, âşıkların gözüne âdeta sürme olur, mukaddes beldelere hasret çekenlerde can bulurdu. Ağzı mühürlenen şişelerden bazılarının İstanbul’a, sultana teberrüken arz edilmesi de kadîm geleneklerdendi. Bilhassa Peygamber Efendimiz’in kabrinin bulunduğu Hücre-i Saadet temizlendiğinde, buradan çıkan toz kırıntılarına kutsiyet atfedilir, zayi edilmeksizin toplanarak şişelenirdi. Bazı kaynaklarda, manevî kıymetine atıfla “Cevher-i Saadet” de denilen mukaddes makamların tozuna ya da kırıntılarına sahip olmak, yüreğinde Haremeyn özlemi, kalbinde Resûlüllah muhabbeti taşıyanlar için tarifi imkânsız bir nimetti.
Günümüzde ferâşet hizmeti, Haremeyn-i Şerifeyn Müdürlüğü riyasetinde yapılmaktadır. Şekli, yapısı, sistemi değişse de devam edegelen bazı incelikleri barındırır bünyesinde. Mescid-i Nebevî’ye vardığınızda dikkatlerden kaçsa da toz alan görevlilerin elinde hâlâ deve kuşu tüyü olduğunu görürsünüz. Küçük hediyeler ya da ufak sadakalar vermek suretiyle sevindirmeye çalıştığımız bu insanların bir zamanlar padişah beratı alarak vazifeye gelen hizmetliler olduklarını hatırdan çıkarmamak gerekir. Umreye ya da hacca giden gönül dostlarına küçücük bir tavsiye; siz, siz olun sadece ceplerine bir şeyler koyup geçmeyin bu temizlikçilerin, ellerindeki süpürgeyi yahut paspası alarak teberrüken de olsa oralarda hizmet etmenin sevabını almaya çalışın.
Birinci Dünya Savaşı, insanlık tarihinin gördüğü en kanlı savaşlardan birisiydi. Osmanlı Devleti’ni parçalama savaşı da…
Panoramik gösterimin mucidi ve patent sahibi Robert Barker ile küçüklüğünden beri panorama resimleri yapan oğlu…
Bundan 32 yıl önce, Sinop’un balıkçı kasabası Gerze’yi, sevimli bir misafir ziyaret etmişti. Kendini çok…
Türk kahvesi, sadece lezzetli bir içecek olmanın ötesinde, 500 yıl aşkın bir geçmişe sahip, köklü…
Salih kimselerin sohbetinde bulunmanın ve onlarla hemhâl olmanın, gönüllere ferahlık ve huzur verdiği, defaatle söylenmiştir.…
Osmanlı Devleti'nin bu kıymetli okulu Enderun'u infografik formatında sizlerle!