İçindekiler
Tarih boyunca salgın hastalıklar, insanların en çok korktuğu afetlerden biri olmuştur. Hatta bazıları var ki savaşlardan daha çok can almış, devletlerin ve hanedanların yıkılmasına sebep olmuştur. Bugünlerde Çin’de ortaya çıkan virüs de geçmiş salgınları hatırlatıyor. Ancak bu, Çin’de ortaya çıkan ne ilk ne de son hastalık. Tarihte Kara Veba olarak bilinen ve 14. asırda milyonlarca insanın ölümüne sebep olan salgın da ilk defa Çin topraklarında ortaya çıkmıştı. Bu vebadan, Osmanlı da nasibini aldı elbet. Peki, onunla nasıl mücadele etti? Ne gibi tedbirler aldı? 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı-Çin ilişkileri ne seviyedeydi? Cevabı merak edenler, yazımıza buyurun…
Dünyanın en zor yüzyılı hangisidir diye sorsalar, 14. yüzyıl demek belki de çok yanlış olmaz. Bunun sebebi, savaşlardan çok daha fazla insanın hayatına mâl olan bir salgın: Kara Veba! Hastalığın çıkış noktası, Çin’di. Yönetimde bizim, Kubilay Hanlığı olarak bildiğimiz Moğolların kurduğu Yuan hanedanı bulunuyordu. Ancak kötü yönetim, kıtlık ve afetler, yerli halkı canından bezdirmişti. Üstüne bir de ülkenin güney batısında baş gösteren salgın, insanları kırıp geçiriyordu. Bu hastalık, bardağı taşıran son damla oldu. Köylüler ayaklandı ve Çin tarihinde “Kızıl Sarıklılar” olarak bilinen bir isyan başlattı. İsyanın başında Zhu Yuanzhang bulunuyordu. İsyancılar, 1368 yılında Hanbalık’ı yani bugünkü Pekin’i ele geçirerek Moğolları ülkeden kovdu. Yuan hanedanı devrilmişti. Zhu Yuanzhang, Ming hanedanını kurarak Çin’de yeni bir devir başlattı. Ancak ortalık hâlâ çok karışıktı. Ming hanedanı, sükûneti sağladı. Moğolları sınırlarından, ülkeyi de vebadan temizledi. Peki, bunu nasıl yaptı?
Çin, salgın hastalık tehdidi taşıyan insanları, İpek Yolu’ndan göçe zorlar. Artık hastalık da kervanın bir parçasıdır ve İpek Yolu, sadece birbirinden değerli ticaret eşyasını değil, veba mikrobunu da uzak coğrafyalara taşır. O tarihlerde kapalı bir ülke hâline gelen Çin, Ming hanedanı yıkılana kadar bu “devlet politikası”ndan vazgeçmez. Bazı kaynaklara göre sadece Avrupa’da her üç kişiden biri bu hastalık yüzünden hayatını kaybeder. Çin’de bu hadiseler yaşanırken Batı’da yeni bir cihan devletinin temelleri atılmaktadır:
Osmanoğulları. Orhan Bey emrindeki Osmanlılar, Trakya’ya yeni geçmiş, Balkan fütuhatı henüz başlamıştır. Akıncılar, geçtikleri köy ve kalelerde insanların veba yüzünden kırıldığını görürler. Aynı bela, Anadolu’da da vardır. Fakat nedense burası kadar şiddetli değildir. Orta Doğu ve Anadolu, bu kara veba illetinden Avrupa kadar etkilenmez. Avrupa’da köyler, kasabalar haritadan silinirken bu toprakların insanı, normal hayatına devam eder. Bu nasıl olur? Cevap aslında çok basit: Temizlik sayesinde.
Orhan Gazi, fethettiği yerlerde derhal hamamlar kurdurulması emrini verir ki bu geleneği ondan sonraki padişahlar da devam ettirecektir. Askerler namaz kıldıkları için ordugâhta, sadece yıkanma ve temizlik maksadıyla kurulan çadırlar ve bu işle vazifeli bölükler vardır. Diğer taraftan bazı tarihçiler, Orhan Gazi’nin vebadan vefat ettiğini iddia etseler de bu, kesinlik kazanmış bir bilgi değildir.
Kara veba, artçı salgınlarla birlikte farklı tarihlerde ve farklı yerlerde 19. yüzyılın sonuna kadar görülmeye devam etti. İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılar, İpek Yolu’nun en can alıcı noktalarından birinin idaresini de ele geçirmişlerdi. Ama bu durum, Osmanlı’yı ve payitahtı salgınlara açık hâle getirdi. 1453 ila 1517 arasında veba, büyük ölçüde Balkanlar’daki kervan güzergâhları ve başta Venedik olmak üzere Akdeniz’deki Avrupa liman şehirleriyle olan deniz bağlantıları vasıtasıyla İstanbul’a ulaştı. Bu dönemde İstanbul’a gelen tüm tüccarlar, gemilerden inmeden yıkanma ve yeni kıyafetler giymeye mecbur tutulmuşlardı. 1466’da vuku bulan salgında Fatih Sultan Mehmed’in şehirden ayrılıp sefere çıktığı ve Balkanlar’da ordusuyla bir şehirden diğerine geçtiği biliniyor.
Osmanlı topraklarında 16. asırdan 19. asrın sonuna kadar büyüklü küçüklü veba salgınları görülmeye devam eder. Yaşanan bu salgınlar, doğal olarak devleti birtakım tedbirler almaya sevk eder. Defin alanlarını düzenleme, cenaze için mal ve hizmet sunma ve böyle zamanlarda belli bir seviyede kamu düzenini sağlama çabaları görülür. Bu ilk çabalar yavaş yavaş şehirlerde, en başta da İstanbul’da temizliği ve hijyeni sağlama girişimlerini beraberinde getirir. Mesela Kanuni Sultan Süleyman devrinde baş gösteren veba salgını sebebiyle Çin’den mal getirilmesi yasak edilmiş, Avrupa’dan hiçbir geminin limanlara yanaştırılmaması emri verilmiş, herkesin evlerini ilaçlamaları (kireçlemeleri) şart koşulmuştu. Atıkların ve mezbahaların düzenlenmesi, sokakların temizlenmesi ve kaldırım taşlarının döşenmesi, içme suyu sağlama ve su yollarının bakımı gibi pek çok tedbir alınmıştı. Taşradaki salgınlarda çıkan krizleri denetlemek ve müdahale etmek için yerel idarelerle yakın temaslar kurulmuştu. Bazı bölgelerde vergilerin ertelenmesine yahut geçici vergi affına kadar düzenlemeler yapılmıştı.
1516-1517’de Suriye, Mısır ve Hicaz’ın devlete katılması, Osmanlı tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Neticede, devletin toprak büyüklüğü ve nüfusu iki katına çıkar. Akdeniz dünyasındaki ehemmiyeti büsbütün artar. Bunu takip eden yıllarda, Karadeniz havzasından Basra Körfezi’ne uzanan geniş alanlar Osmanlı idaresi altına girdiğinde, veba daha karmaşık seyir kalıpları izleyerek yayılmaya başlar. Devlet, payitaht ile yeni fethedilen yerler arasındaki askerî, idarî ve iktisadî bağları yeniden şekillendirerek merkezileşmeyi tesis ettiğinde, veba salgınlarının coğrafî yayılımı kolaylaşır. Tam da bu tarihlerde Yavuz Sultan Selim, ilk defa Çin’e elçiler gönderir. İpek Yolu üzerinden salgın hastalık yayma politikaları sebebiyle onları uyarmak ister.
16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı-Çin ilişkileri ile alakalı Ali Ekber Hıtâî’nin Kânunnâme-i Çin ü Hıtay ve Seyfi Çelebi’nin Kitâb-ı Tevârîh-i Padişâhân-ı Vilâyet-i Hindu ve Hitay gibi Osmanlı kaynakları ile Ming hanedan kayıtları gibi Çin kaynaklarında önemli bilgilere rastlarız. Kısaca Hıtainâme olarak bilinen Kânunnâme-i Çin ü Hıtay, aslen Mâverâünnehirli bir tüccar olan Ali Ekber Hıtâî’nin Çin gözlemlerini ihtiva eder. Aslı Farsça olan bu eser, Sultan Üçüncü Murad devrinde 1582’de Tercüme-i Târih-i Nevâdir-i Çin ü Maçin ismiyle Türkçeye tercüme edilir.
Çin’e dair bir sonraki mühim Osmanlı eseri, çalışmasını 1590 yılı civarında bitiren Seyfi Çelebi’ye ait Kitâb-ı Tevârîh-i Padişâhân-ı Vilâyet-i Hindu ve Hitay’dır. Bu eser sadece Çin değil, Hindistan, Mâverâünnehir ve İran’ın tarihi, coğrafyası, iktisadî yaşamı, gelenekleri ve yöneticileri hakkında bir çalışmadır. Seyfi Çelebi’nin bu eserinde, o dönemlerde Çinlilerin beslenme alışkanlıklarının, bir insana hiç yakışmayan türden olduğuna, bizim hanelerimizde görmeye dayanamayacağımız mahlûkatı Çinlilerin çiğ çiğ yediklerine, yıkanmak nedir bilmediklerine ve çok asabi olduklarına dair ifadeleri dikkat çeker.
O tarihlerde gerek Osmanlılar gerek diğer İslâm devletleri, Çin’e Hıtay, Hitay veya Kitay derler. Bu aslında Çin’in kuzeyinde bulunan Karahitaylara bir nisbettir. Bugün bizim Çin dememizin sebebi ise Çin tarihinde kurulmuş dördüncü hanedan olan Qin Hanedanlığı sebebiyledir. Çinliler ise kendi ülkelerine Çin demezler. Onlar kendileri için “Han”, “Hanren”, “Hanzu” (Han halkı) ya da “Xia”, “Huaxia” (Han milleti veya Han ülkesi) gibi terimler kullanırlar.
Esasen Ali Ekber Hıtâî ve Seyfi Çelebi’nin faydalandığı, kendilerinden önce yazılmış bir eser daha vardır. Timurlular devrinde Mirza Şahruh’un Çin’e gönderdiği elçilik heyetinde bulunan Hoca Gıyaseddin Nakkaş’ın Farsça olarak yazdığı Acâibü’l-Letâif. Bu kitap, bir Çin seyahatnamesi olmasının yanında, edebiyat tarihimizde seyahatname türünde yazılmış ilk eser olması bakımından değeri büyüktür. Eseri, Üçüncü Ahmed Han devrinde Şeyhülislam Küçük Çelebizâde İsmail Asım Efendi, Türkçeye çevirmiştir.
Ming hanedan kayıtlarında, başşehre gelen Osmanlı elçileri hakkında ilginç bilgiler yer alıyor. Osmanlı Devleti, Ming tarihlerinde “Lu Mi” ve “Lu Mi Guo” ismiyle geçiyor. Lu Mi aslında Rûmî kelimesinin Çince seslerle yazılmış hâlinden başka bir şey değildir. Lu Mi Guo ise Rûmî ülkesi yani Osmanlı ülkesidir. Rûmî isminin kaynağı tıpkı Batı’da olduğu gibi Doğu’da da Osmanlı Devleti’dir.
Çin kaynaklarına göre 1524’ten itibaren sırasıyla 1528, 1544, 1549, 1555, 1560, 1565, 1577, 1582 ve 1618 yıllarında Çin’e elçilik heyetlerimiz gitmiş. Üstelik, yanlarında aslan ve gergedan gibi egzotik hayvanlarla birlikte. Öyle ki götürdükleri hediyeler, Ming Sarayı’nın gündemine yerleşerek hükümdarın huzurunda tuhaf tartışmalara sebep olmuş.
O zamana kadar Çin için artık kurumsallaşmış olan haraç adetlerine göre; Çin’e gelen elçilik heyetlerinden, Çin’de bulunmayan hususi hediyeler getirmeleri beklenirdi. Bu beklentilerin farkında olarak Afrika kıtasına has hayvanlar olan aslan ve gergedanların hediye olarak seçilmiş olması, Yavuz Sultan Selim Han’ın doğu seferinden hemen sonra Çin’e karşı bir gövde gösterisi, Osmanlıların itibarını ve namını yaymak için giriştiği bir faaliyetti. Bu diplomatik seferlerin ve hediyelerin Ming Sarayı’nda yankı bulması, Osmanlı’nın emelinin yerine geldiğine işaret eder.
O yıllarda ekonomik zorluklarla da uğraşan Ming idaresi, aslanların ehlileştirilen hayvanlar olmaması ve iki aslanın günde birer koyun yemesi sebebiyle hükümdara, hediyeleri kabul etmemesini tavsiye eder. Gergedanlar hakkında da görüşleri aynıdır. Ancak Çin hükümdarı, tavsiyeleri dinlemez ve hediyeleri kabul eder. Ve bu hediyeleşme muhtelif elçilik heyetlerinde de devam eder. Çin tarihinde bu Osmanlı-Çin münasebetlerine “Aslan Diplomasisi” adı verilir.
1644 yılında Ming Hanedanı, büyük bir köylü isyanıyla devrilir ve kendilerinin yıktığı Yuan Hanedanı’yla aynı kaderi paylaşır. Bu tarihten itibaren Qing Hanedanı devri başlar ve Osmanlı-Çin ilişkisi yeni bir boyut kazanır. Çin, salgın hastalık politikasından vazgeçer. Osmanlı, Çin’den barut ithal ederken Çin de Osmanlı tüfekleriyle tanışır. Bu tüfeklerle Tayvan’dan Hollandalıları uzaklaştırır, sınırlarını Ruslardan korur.
Kaynaklar: Nükhet Varlık, Osmanlılarda Veba Salgınları, Toplumsal Tarih Dergisi, S.296, 2018; Osmanlı’da Salgın Hastalıklarla Mücadele, Çamlıca Basım Yayın, İstanbul 2015; Güray Fidan, Osmanlı’da Vebanın Sona Erişine Dair Bir Değerlendirme, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, Sf 163-181, 2017; Güray Fidan, Ming Tarih Kayıtlarına Göre 16. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu-Ming Çin’i İlişkileri, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S 30, 2011.
Osmanlı’nın salgın hastalıklarla mücadelesini daha ayrıntılı incelemek için İnsanlığın Korkulu Rüyası Salgın Hastalıklar yazısını okuyabilir veya Osmanlı’da Salgın Hastalıklarla Mücadele kitabını inceleyebilirsiniz.
Birinci Dünya Savaşı, insanlık tarihinin gördüğü en kanlı savaşlardan birisiydi. Osmanlı Devleti’ni parçalama savaşı da…
Panoramik gösterimin mucidi ve patent sahibi Robert Barker ile küçüklüğünden beri panorama resimleri yapan oğlu…
Bundan 32 yıl önce, Sinop’un balıkçı kasabası Gerze’yi, sevimli bir misafir ziyaret etmişti. Kendini çok…
Türk kahvesi, sadece lezzetli bir içecek olmanın ötesinde, 500 yıl aşkın bir geçmişe sahip, köklü…
Salih kimselerin sohbetinde bulunmanın ve onlarla hemhâl olmanın, gönüllere ferahlık ve huzur verdiği, defaatle söylenmiştir.…
Osmanlı Devleti'nin bu kıymetli okulu Enderun'u infografik formatında sizlerle!
View Comments
tskler admin güzel bir paylasımdı